Prof. Dr. Niyazi Kahveci’yi takip etmenizi öneririm.

Kendisi İmam Hatip Lisesi ve mezunu İlahiyat Fakültesinden ve Manchester Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nde doktoralı, inançlı bir bilim insanı…

Takip ederseniz göreceksiniz, Niyazi Kahveci’nin din, toplum ve sosyoloji üzerine harika tespitleri var.

Bir kısmını aktarayım;

“Bu ülkede en çok satılan, en çok satın alınan fakat hiç kullanılmayan tek şey dindir. Bunu satın alan halk problemlidir! Halkın zihin yapısı problemlidir! Bu problemlerin faturasını millet olarak birlikte ödüyoruz.

Bu kafa birini büyütüyor, sonra da gidip kendini ona öldürtüyor.

Bu kafa, hastalıklı bir kafadır!

Bu kafa, anakronik (çağ dışı) bir kafadır!

Bu kafa, şizofrenik bir kafadır!

On bin yıl öncesinin anlayışıyla bugünü yaşamaya çalışan bir kafadır!

Kiralık kapitalle kapitalizm, kiralık felsefeyle bağımsızlık olmaz!..

En zor iş, çağdışı insan malzemesiyle çağdaş işler yapmaya kalkışmaktır.

Otuz yıl sonra ya teknolojik insan olacaksınız ya da gereksiz insan. Mesele bu kadar basit.

Batı'daki dini mezhepler teolojiktir ve zihinseldir!

Bizdekiler ise siyasaldır! Meşrulaştırmak için teolojisi arkadan gelir.

Sünnilik de düşünmenin “d”si yoktur! Adı üstünde teamülcü!

Allah'tan, uygulamacı olan elin oğlu, bize teknoloji satıyor da onu alıp kullanıyoruz.

 Satmasa ne yapacağız? 150 milyar dolar ihracatımız var ama, 300 milyar dolara yakın da ithalatımız var!.

Bunun anlamı şudur; Bir liralık mal satıp, iki lirayla geçineceksiniz.

Yeraltı kaynaklarımızı sattık! Yer üstündekileri de sattık!

Şimdi havayı betonla doldurup onunla geçinmeye çalışıyoruz.

Gelin görün ki, bunu dert edinen kimse yok.

Şeyhlik, şıhlık kavramı, 5000 yıl önceki totemizm kavramının insana dönüşmüş halidir.

Bu toplumda şeyh, şıh çok, fakat tek filozofumuz yok. O nedenle olguyu okuyamıyoruz.

Biyolojik yönden aklı bozuk insanların evliyadır diye peşlerinden koşup, “Benim halim ne olacak?” diye soranlarımız var!

Batılıları sömürgeci diye eleştiriyoruz!

Fakat onlar kendi insanlarını sömürmüyorlar.

Biz ise dışarda değil, içerde sömürgeciyiz. Kendi insanımızı sömürüyoruz.

Buna “ekonomik ensest ilişki” deniyor.

Bana göre en büyük vatan hainliği budur.

Adam ilahiyat profesörü olmuş, yaptığı iş;

VİP cenaze namazı kıldırmak, VİP umre ziyareti düzenlemek.

Anlayış olarak halâ Farabi'yi aşamamış. 4000 yıl önce yaşayan Sümerler'in  kafasına sahip.

Bilimin, tarihin ve sosyal bilimlerin bir felsefesi vardır!

O nedenledir ki, ülkemizde bir felsefe üniversitesi açılması şarttır. Buna teoloji felsefesi de dahildir.

Kur'an üzerinde bütünsel bir çalışma yapmadığımız, daha açık bir ifadeyle, Kuranın hedefi nedir, karakteri nedir sorularına cevap bulmadığımız sürece, 1500 yıl öncesine takılır kalırız.

Aklımızın çapını genişletmeden, mevcudun dışına çıkamayız!

Biz de, (Türkçe) akıl nedir ve nasıl çalışır diye bir kitap yok!..

Oysa Batı'da binlerce var!

Şunu kafamıza iyice yerleştirelim!.. 21. yüz yılda dinsel düşünme diye bir şey yoktur, olamaz.

Çağımız, akılcı ve bilimsel düşünme çağıdır…

Bu çağda olduğu gibi, bundan sonraki çağlarda da dindar olunabilir...

Fakat dindar olmanın yolu, akılcılıktan ve bilimsel düşünmekten geçmelidir.

Atatürk İslam'ı, ruhunu ve felsefesini çok iyi anlamıştır! Tıpkı Hazreti Peygamber'in anladığı gibi...

BİR DOKTOR KOLAY YETİŞMİYOR!

İhtisas isteyen mesleklerin adeta aşağılandığı bir dönemde, Mümin Sekman’ın doktorlara dair bir paylaşımını aktaralım;

“Ankara’da Hukuk fakültesinde okurken, ilk yıl devletin öğrenci yurdunda kalmıştım. Yurdun ders çalışma salonunda hangi bölüm öğrencilerinin ne kadar kaldığını hiç unutamıyorum.

Bazı düşük puanlı bölümler, ders çalışma salonuna hiç uğramazdı. Onların bazıları politikacı oldu: (Beyni kendine zor yeten insanlar, ülke yönetmeye çalışıyor şimdi.)

Biz hukukçular gece 11.00-12.00 gibi kitapları toplayıp uyumaya giderdik. En son tıpçılar kalırdı.

Çıkarken gözlerim onlara takılırdı. Acaba kaçta yatıyorlardı? Tıp kazanacak kadar zeki, çok çalışacak kadar iradeliydiler. Başarının dört bileşenine sahiptiler: Zeka, emek, yetenek ve disiplin. Her şeyin en iyisini bunlar hak ediyordu.

Sınav zamanları biz de “sabahlamaya” başladık. Bu sefer tıpçıların bitirme zamanını görebildik. Bütün yıl gece 1 ila 2’ye kadar çalışıyorlardı. En yüksek puanlı tıplarda okuyorlardı.

Tıp kazanmak için olağanüstü çalıştılar.

Tıp bitirmek için olağanüstü çalıştılar.

Asistan nöbetlerinde günlerce uykusuz kaldılar.

Uzmanlık sınavlarına hazırlanırken, yeniden öğrenci olup, 1500 sayfalık kitapları ezberlediler. (O kitapların parası bile inanılmaz yüksek.)

Uzmanlık sınavını kazanıp, taşraya “şark görevine” gönderildiler.

Meslekleri bütün hayatlarını işgal etti. Kendilerine ait düzenli zamanları çok azdı. Hastalar sürekli bir şey sordu. Mesai dışında da telefonlar ve acil durumlarda işlerine koştular.

Doktorların çilesi çok. İnanın lise öğrencilerine konuşma yaparken, artık tıp kazanmayı “başarı örneği” olarak anlatamıyorum. Sesim kısılıyor, boğazım düğümleniyor. Çocuklara kötülük yapacakmışım gibi geliyor. Bu kadar bedel, bu ödüle değmez. Doktorluğun bedeli çok ağır. Doktor düşmanı bir sağlık sistemi var resmen.

Şimdi de doktor vuracak noktaya geldi işler.

O yurttaki ders çalışma salonuna uğramayan adamların tasarladığı verimsiz, zekasız ve doktor düşmanı bir sağlık sisteminde çalıştıkça, bu sorunlar çözülmez.

Doktorlardan yana tarafım. Açık ve net bir şekilde, bu insanlara haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Ama’sız destekliyorum. Hem maddi hem manevi hakları en üst düzeyde verilmeli. Hiçbir meslek grubunun bedel ödül dengesizliği bu doktorluktaki kadar bozuk değil.”