15 Temmuz konusunda ‘Haşhaşiler teşhisi doğru ama tedavi nerede’ diye sormuştum.

Öyle ya, kendi ifadeleriyle ülkeyi uçuruma sürüklediklerini, paralel yapı olduklarını, devlete el koymaya çalıştıklarını söyledi durdu iktidar. Yani teşhisi koydu ama tedavi konusunda ne yaptı?

Hiçbir şey?

Dolayısıyla akılları başlarına geldi, laikliğin kıymetini anladılar, bu ilkeye sımsıkı sarılacaklar ve bu yapıların köklerini kurutacaklar umudumuz boşa çıktı.

Bu yapılar kendilerince devlet alternatif ve paraleldi evet ama bu yapılar aynı zamanda Diyanet’in paralel yapılarıydı.

Hadi devlet pek bir şey yapmadı da Diyanet bir şeyler yapabildi mi bu kendine paralel yapıya karşı? Yapmadı…

Bunu bir bataklık olarak düşünürsek, bu işin çözümü kısa vadede sivrisinekleri yok etmek uzun vadede bataklığı kurutmaktı.

Bataklıktan peyda olan böceklerin toplanması, yok edilmesi devletin, bataklığın kurutulması görevi ise Diyanet’indi.

Diyanette sınıfta kaldı.

İktidar, Türkiye’deki sözde tarikat liderleri, faaliyetleri, mal varlıkları, yurt içi ve yurtdışı bağlantıları bakımından incelenmeli; yasalara aykırı herhangi bir eylem tespit edildiğinde hukuk önünde hesap vermeleri sağlarken, o devasa bir bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı, tarikatlar hakkında adli ve idari araştırmalar yanında, felsefi, siyasi, hukuki ve sosyolojik araştırmalar yapmalı, çıkan sonuçlar ışığında, Anayasal görevi olan din konusunda Türk halkını aydınlatma görevini bu doğrultuda yeniden düzenlemeliydi.

Diyanet, teşkilat olarak, araştırmacı ve bilim insanı bakımından son derece zengin olduğu için, bu donanımını, ülkemizde tarikatlar neden çoğalıp güçleniyor sorusunun yanıtını bulmak için seferber etmeliydi.

Diyanet, tarikatlarla arasına yeterince mesafe koymalı, onları Diyanet olarak meşrulaştıracak hiçbir resmi ya da gayrı resmi davranış içine girmemeliydi.

Başta İslam olmak üzere bütün dinler adına yalan, yanlış ve bilim dışı yazı ve konuşmalara izin verilmemeli, sorumlular önce Diyanet ve Üniversiteler yoluyla ifşa edilmeli ve sonunda hukuki olarak cezalandırılmalıydı.

Cumhuriyetimize, mevcut anayasal düzene, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne tarikatlardan gelen sözlü ve yazılı saldırılar, hukuki olarak mutlaka cezalandırılmalı; bu suçu işleyen tarikatlar, mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsten kapatılmalıydı.

Toplumsal hak ve adalet konusunda doğrudan ya da dolaylı olarak sebep oldukları mağduriyetler, tarikatlardan sorulmalı ve ekonomik yaptırımlar uygulanmalıydı.

Vakıf veya dernek adı altında tarikat faaliyetleri yapılmasına izin verilmemeli, din dersleri, Kur’an Kursu veya din eğitimi sadece ve sadece Milli Eğitim ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmeliydi.

Tarikatların yurtlar, öğrenci evleri ya da kamplar yapması yasaklanmalı, özel öğrenci yurtları tarikat eğitimi merkezleri olmaktan çıkarılmalıydı.

Çocuklarımızın her türlü istismarını önlemek için yatılı Kur’an kursları uygulamasından vazgeçilmeli, özellikle tarikatların yatılı Kuran kursu açmaları ve işletmelerine son verilmeliydi.

Yalnız Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uhde ve yetkisinde olması gereken Kuran kurslarında, felsefe, sosyoloji, İnkılâp Tarihi, vatandaşlık Bilgisi gibi, çocuklarımızı çağdaş Türkiye yurttaşı olmaya hazırlayacak dersler mutlaka konulmalıydı.

Türksüzleştirilmiş bir din dersi ya da Kuran kursu olamaz. Bütün derslerde Türk Ulus bilinci ve Türk vatanseverliği duyarlılığı yaratacak dersler konulmalıydı.

Dinsiz millet olur ama milliyetsiz din olmaz. Topraksız, vatansız, ulussuz bir din ya da dindarlık düşünülemez. Düşünülür derseniz Irak’a, Suriye’ye, Afganistan’a bakılması yetecektir.  Din ancak ve ancak bir vatanda ve bir milletin sinesinde barınabilir anlayışıyla hareket edilmeliydi.

Camilerdeki bütün imam, müezzin ve kayyım kadroları en az yüksek lisans düzeyinde eğitim almış görevlilerden oluşturulmalı, en azından lisans düzeyinde tahsil görmeleri sağlanmalıydı.

Tarikatlar, andığımız resmi ve gayrı resmi yollarla zaman içinde tasfiye edilip işlevsiz hale getirilmeli ve sonunda kapatılmalıydı.

Onlardan doğabilecek boşluk, Türk Milletinin kendine özgü reformist-reel  din felsefesi ile doldurulmalıydı.

Bu saydıklarım hep havada kaldı.

Yetkililer, kendileri açısından ‘Allah’ın lütfu’ dediler ve bu darbeyi tepe tepe kullandılar ama bu olayın aynı zamanda bütün bu ve benzeri yapılarla mücadele anlamında da bir lütuf olduğunu kavrayamadılar.

Evet, 15 temmuz darbe girişimi devleti yönetenlere yasal ve sosyal bütün gerekçeleri hazırlamıştı, topunu defterden silmek için…

Ama bu fırsatı teptiler…

Sadece 15 Temmuz mu?

Bu yapılarla mücadele etmek ve köklerini kurutmak için binlerce gerekçe oluştu ve yeterince fırsatlar doğdu.

Tecavüz vakaları, cinsel istismarlar, vatandaşı kandırmalar, insanımızın dini duygularını istismar etmeler gırla yaşandı bu ülkede…

Ama iktidar kılını bile kıpırdatmadı.

İşte son örnek; malum cemaatin post kavgasında yaşananlar ve ortalığa saçılanlar…

Birisi kalkıp öbürüne ‘elimizde kasetlerin var, piyasa süreriz, seni rezil ederiz, erkeksen aday ol’ tehditleri savuruyor bu ülkede ama iktidardan tık yok.

Al sana bahane, al sana gerekçe…

Gel bakalım buraya, hayır mı, ne anlatıyorsun diyen olmadı.

Önceki yazılarımda, Haşhaşileri kökünden kurutan ve Alamut Kalesini başlarına geçiren Hülagü Han’dan bahsetmiştim.

Onunla bitireyim;

Nitekim yine bir Türk, Türklüğünü yitirmemiş, özünü kaybetmemiş bir Türk, Atatürk gibi bir Türk çıktı ve Alamut Kalesi’ni Haşhaşilerin başına yıktı.

Demek ki Türklük önemli!

Siz bir türlü Türk olamadınız, Türk gibi düşünemediniz.

Ve siz bu yapıları yok etmekten ziyade, siyasi anlamda nasıl kullanabiliriz derdine düştünüz.

Halen de öylesiniz…

Hülagü Han, önceki dönemin FETÖ'sünü yok etti.

Hülagü Han, hem Alamut ve Bağdat Seferi ile hem İslam dinini bir sapkınlığın eline geçmekten kurtardı hem de Arap ilerleyişine son vererek Selçuklu, Osmanlı gibi medeniyetlerin önünü açtı.

Son darbe de size bu imkanı sundu ama siz bu lütfu başka anlamlarda değerlendirip İslam’a en büyük hizmeti etme fırsatını teptiniz!