Dokuz günlük bayram tatili sona erdi. Dün sabah, herkes “mesaiye dönüş” cümlesiyle gözlerini açtı. Herkes değil aslında. Bazıları için bu dönüş, sadece kahvaltıyı biraz erken yapmak demekti. Bazıları içinse o tatilin hiç başlamadığı bir gerçekti.
Kimi sabahın köründe servis peşinde koşarken, kimi de hâlâ tatilin etkisinden çıkamamış bir ruh haliyle ofise döndü. O meşhur replikle: “Bir alışamadım ya…”
Bir alışamadınız, çünkü zaten hiçbir zaman alışmak zorunda kalmadınız.
Malum, "çok çalışanlar" ülkesi burası. Bir yere gitmeyecekse bile erkenden izin alıp evde dinlenmeye geçen, Cuma günleri "zaten kimse yok" diyerek dosyayı çekmeceye atan, Pazartesi sabahı "ilk gün zaten yoğunluk olur, sakin geçirelim" diyen insanlar ülkesi. Yazıyla kış arasında, tatille tatil arasında, resmi günle resmi olmayan kaytarma günleri arasında sıkışıp kalmış bir mesai düzeni…
Ama öyle bir düzen ki, dokunamıyorsun. Sorsan "devlet memuru", ama çoğu zaman devlete değil sadece kendine hizmet ediyor. Hani adını koymadık, koymayalım. Ama herkesin bildiği sırdır bu: Kart basılır, çay içilir, sonra biraz sosyal medya turu atılır. Gün ortasında bir kamu binasına yolun düşsün de danışmaya bir şey sormaya kalk ya görevli yerinde yoktur ya da "o işlerle Ayşe Hanım ilgileniyor, ama şu an yemekte olabilir." Şu an yemekte olabilir. Saat kaç? 14.30. Ne güzel iş!
Şimdi düşünün, bu kişiler 9 gün boyunca bir “bayram tatiline” girdi. Yani zaten normalde de pek yoğun olmayan iş düzeninden kısa bir süreliğine tamamen koptular. Ama tatil dönüşü o kadar yorgunlar ki ne çay keyfi yetiyor ne de dosya yığını(!). İlk gün, zaten herkesin “ısınma günü”. İkinci gün, tatilin dedikodusu yapılır. Üçüncü gün, hafta sonu yaklaşır. Derken yine tatil.
Ve bütün bunların adı "çalışmak"
Bir kamu binasına gidip işini hızla halledebildiğin kaç gün hatırlıyorsun? Kaç defa “işleminiz eksik, sistemde görünmüyor, yarın tekrar gelin” cümlesini duydun? Kaç kere “evrak kayboldu” bahanesiyle geri gönderildin? Kaç memur seni yüzüne bile bakmadan, cep telefonundaki ekranı kaydırarak “şurada sıraya girin” dedi?
Ama sonra bir bakıyorsun, sosyal medyada o kişiler “çalış çalış nereye kadar, azıcık tatil de hakkımız” diye story atıyor. Hangi çalışmanın tatilinden bahsediyorsunuz? Ne zaman “gerçekten çalıştınız” da şimdi bu kadar yorgunsunuz?
Tabii ki kamu hizmeti kutsaldır. Tabii ki bu memlekette işini hakkıyla yapan, halkın derdine koşan, gerçekten alın teri döken binlerce kamu çalışanı var. Ama onlar da bu düzenin mağduru. Çünkü onlar çalıştıkça, çalışmayanlar “nasıl olsa birileri hallediyor” rahatlığına sığınıyor. Çark böyle dönüyor.
Bu ülkede çalışmak, bazıları için sadece fiziksel bir mevcudiyet. Saat dolsun, masa boş kalsın, üst amir ses çıkarmasın… Eh, daha ne olsun? Hani arada bir “performans değerlendirmesi” yapılır ama o da “çalışıyor gibi yapanlar” kulübüne üyelik için formalite. Eş dost, ahbap çavuş sistemiyle herkes bir yerlere gelir, sonra da o koltuklarda “bu işler böyle” diye oturur.
Ve sonra tatil biter. Mesai başlar. Ama aslında ne tatil biter ne mesai başlar. Çünkü bu memlekette tatil ile mesai arasında çok fark yoktur. Çalışıyormuş gibi yapmak, yıllardır en iyi yaptığımız iş.
Herkesin ağzında aynı laf: “Biz çok çalışıyoruz…” Evet, çok çalışıyorsunuz. Özellikle mesai saatlerini nasıl dolduracağını planlamak, her gün bir önceki günün yorgunluğunu bahane etmek, kahve molalarını uzatmak… Bunlar da emek ister, kabul. Ama asıl emek, karşısındaki vatandaşı insan yerine koymakta, görev bilinciyle davranmakta, işini severek yapmaktadır.
Ve şimdi, tatil bitti. O meşhur “yoğunluğumuz sebebiyle işlemler gecikebilir” afişleri kapılara geri asıldı. Sıra numarası alan vatandaş yine beklemeye başladı. Sistem yine kilitlendi, personel yine toplantıda, müdür yine yerinde yok. Ama merak etmeyin, bir sonraki resmi tatil çok uzakta değil.
O zamana kadar "çok çalışanlar", biraz dinlensin artık.