Metin Akpınar’ın adliyede çekilmiş fotoğrafını görünce içim sızladı.

Nasıl sızlamaz ki, Metin Akpınar, ülkemizin en büyük mizah ustalarından ve en değerli sanatçılarından bir tanesi.

Ne yapmış? Cumhurbaşkanını eleştirmiş, hakaret etmiş falan…

Baktım, bir televizyon programında “Polarizasyondan ve kargaşadan kurtulmamızın tek çaresi demokrasi diye düşünüyorum. Oraya ulaşabilirsek kavga dövüş olmaz, bu işin içinden çıkarız. Ulaşamazsak, her faşizmin karşılaştığı gibi belki liderini ayağından asarlar, belki mahzenlerde zehirlenerek ölür, belki de başka liderlerin yaşadığı kötü sonları yaşayabilir” ifadelerini kullanmış.

Aslında eleştiri ve hakaretten ziyade bir uyarı…

Ve yerinde bir uyarı da, çünkü yaşadığımız coğrafyada hele ki ABD güdümlü BOP çerçevesinden bakıldığında, Allah korusun hangi liderin garantisi var.

Elbette ki bu müdahalenin sonuçları veya etkisi, söz konusu ülkenin bir arada kardeşçe ve birlik içinde yaşama tutkusuna ve o ülkede demokrasinin yerleşme derecesine göre değişecektir.

Hasılı demokrasinin uygulandığı bir ülkede öyle iç veya dış müdahalelerle ne hükümet değiş ne de lider insanlık dışı uygulamalara maruz kalır.

Lakin Sayın Cumhurbaşkanı böyle değerlendirmedi; “Bunlar sanatçı müsveddesi, yargıya hesabını versinler. Bunun bedelini ödeyecekler” dedi ve yargı süreci başladı.

Hani hep diyorlar ya; nereeeeeeeen nereyeeee!!!

Metin Akpınar özelinde şöyle bir baktım da, gerçekten de evet, bir yerden bir yere gelmişiz ama hiç iyi bir yere gelmemekle birlikte epey de geriye gitmişiz.

Bizim nesil ve üstümüz Zeki/Metin ikilisinin filmlerini ama özellikle Devekuşu Kabaresini iyi bilirler. Yasaklar, Geceler, Beyoğlu Beyoğlu bölümlerinin neredeyse her anını ve repliklerini ezbere bilirler. Bilirler çünkü o zamanın şartlarında teyp ve video kasetlerinden yüzlerce kez izlemişizdir.

Bilmeyenlere hatırlatayım, gerçi Youtube uygulamasından izlenebilir ama, zamanın koşullarında gerçekten de cesaret isteyen siyasi eleştirilerden ibaretti. 1985 yılı, henüz 12 Eylül darbesinin gölgesinde bir Türkiye şartlarında darbeci Evren’i, darbeyi ve devamı olan Özal’ı eleştirmek öyle her babayiğidin hacı değildi.

Ama o zaman diliminde bile hukuk ve demokrasi varmış ki hiçbir sıkıntı yaşamadılar.

Dolayısıyla nereden nereye geldiğimizin de bir göstergesidir bugün yaşananlar ve yaşatılanlar…

Siyasilerin eleştirilere ve sanatçılara nasıl hoşgörüyle baktıklarına dair örnekler vereyim mi nereden nereye geldiğimiz daha iyi anlaşılsın.

Yıl 1979, Demirel başbakan…

Antalya'nın Manavgat ilçesinde vatandaşın biri, kahvehanede Sülayman Demirel'e sövüp saymış. Demirel Başbakan olduğu için savcı resen soruşturma başlatmış, adamı içeri attırmış.

Rutin görüşmelerden birinde Demirel, Yaşar Topçu'ya "Önemli bir şey var mı?" diye soruyor.

Topçu da "Önemli bir şey değil ama sadece bilgi arz etmek istiyorum. Antalya'nın Manavgat ilçesinde vatandaşın biri kahvehanede size hakarette bulunmuş, galiz sözler söylemiş. Vatandaşı tutuklamışlar. Mahkeme şikâyetçi misiniz diye soruyor." diyor.

Demirel de "Bu hâkim ve savcı arkadaşlar bazen kantarın topuzunu kaçırıyorlar. Başbakana hakaret etti diye bir vatandaş tutuklanır mı yahu?.. Biz burada oturuyoruz haberimiz olmuyor.. Yaptığımız uygulamalarla kim bilir adamı nasıl bunalttık ki, canını sıkmışız bize galiz küfürler etmiş. Hemen Antalya'ya o ilçeye git ve o vatandaşı hapisten çıkar. Tahliye et gel. Sevaba girersin." diyor.

Yaşar Topçu Manavgat’a gidiyor, davayı düşürüyor…

Bunun üzerine Hâkim, "Kusura bakmayın, bu Demirel nasıl bir adam?.. Gazeteler tam tersini yazıyor. Bu kadar hoşgörülü, geniş gönüllü insanı biz ne kadar yanlış tanımışız" derken, sanığın son sözleri de şöyle oluyor: “Hâkim Bey, bu bana hayatımın en ağır cezası. Beni tahliye için avukatını gönderen bir Başbakan'a dilim kopsaydı da böylesi hakaret etmeseydim. Elini ne kelime, ayağını öpeceğim.”

İşte bunu dedirtebilmek önemli…

Diğer örnek; Yine Demirel…

İşte o Levent Kırca anlatıyor;

“Süleyman Demirel Başbakan…

Biz de ‘Gereği Düşünüldü’ isimli bir müzikal oynuyoruz. İnanılmaz bir ilgi görüyor. Sert bir kış, çok kar yağdı. Çadırın bir kısmı çöktü. Oyunlar durdu.

Çadırı onarıp yeniden başlamam lazım. Ancak para gerekiyor.

Kredileri de bankalar bu kadar kolay vermiyor. Hatta hiç vermiyor.

Başbakan Süleyman Demirel'den randevu aldım. Durumu anlattım. ‘Yardımcı olun da bir bankadan kredi çekeyim’ dedim.

Dedi ki, ‘Kredi çekersen ezilirsin, üzülürsün. Müsaade edersen bu parayı sana ben ödeyeyim. Geri vermene de gerek yok.’

Telefonu kaldırdı, ‘Bana çek defterimi getirin’ dedi.

Bir anda sanatım gereği, Süleyman Bey’e yaptığım (ve sanat anlayışım gereği bundan sonra da yapacağım -yapmak zorunda olduğum-) eleştiriler geldi gözümün önüne.

Birden ayağa kalktım. Dedim ki, ‘Eğer darılmazsanız ben bu parayı sizden alamam.’

“Neden?” dedi.

‘Ben sizinle aynı görüşte değilim. Üstelik böyle bir para, sizi eleştirmeme mani olur.’

Güldü… ‘Bugüne kadar oynadın. Yerin dibine soktun beni, sana mani mi olduk? Al parayı git gene oyna’ dedi.

Daha sonraki yıllarda, eşi Nazmiye Hanım'la gelip, bizzat onu eleştirdiğim oyunlarımı kahkahalar atarak izledi. Açtığım tiyatroların açılışlarını yapıp, kurdelelerini kesti.

Farklı bir hoşgörüye sahipti.”

Şimdi lütfen, nereden nereye geldiğimizi bir kez daha gözden geçirelim ve tedbirimizi alalım.

Yoksa her geçen gün aleyhimize işliyor.