Türkiye'nin 6 Şubat 2023 tarihinde yaşadığı büyük deprem felaketi, on bir ilimizde büyük yıkıma ve tarifsiz acılara yol açmıştı. O gün, ülkece bir kez daha sarsılmıştık. Bugün, büyük felaketin ikinci yıl dönümünde, felaketin devam eden izleriyle kalanların yaşama tutunma çabalarını görmek ve onlar için bir şey yapılamıyor olduğunu görmek çok acı. Bu meyanda tüm bunları unutmamak ve dersler çıkarmaksa gerçekten çok önemli. Belki bizden kilometrelerce uzaktalar ancak bu onların acısını paylaşmamıza, onlar için bir şeyler yapmamıza engel bir durumda değil aslında.
Bu deprem, bizlere 17 Ağustos 1999 depremini bir kez daha hatırlatmadı mı? Bizler de büyük felaketi yaşadık, çok acı kayıplar verdik. O günleri yeniden yaşamayacağımızı kim garanti edebilir ki? 6 Şubat depremi, 1999 depreminden sonra yaşadığımız en büyük felaketlerden biri olarak ne yazık ki hafızalarımıza kazındı. Bu acı, sadece depremin olduğu anlarla da sınırlı kalmadı. Enkaz altından çıkarılanların, hayatta kalıpta kayıplarını arayanların, büyük acı ve kayıplarına rağmen yeni bir yaşam kurmaya çalışanların hikayeleriyle daha da derinleşti…
Bu yazıyı kaleme alırken de bir yandan acılarımızı yeniden yaşıyor, bir yandan da geleceğe dair umutlarımı hala güçlendirmeye çalışıyorum. Ancak bu süreçte, yapılan hatalardan ders çıkarmak ve gelecekte benzer felaketlerin önüne geçmek için de bende herkes gibi, daha fazla çaba sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Deprem kuşağında bulunan ülkemizde, afet bilincini artırmak ve afetlere karşı daha hazırlıklı olmak için aslında hepimize büyük görevler düşüyor. Yapılması gerekenler sadece devletin değil, her bir bireyin sorumluluğunda. Eğitimden, yapı güvenliğine, acil durum planlarından toplumsal dayanışmaya kadar pek çok alanda adımlar atmalıyız.
Depremlerin, yıkımların ve kayıpların ardından gelen yeniden diriliş hikayeleri, bizim yaşama dair en büyük motivasyon kaynağımız. Bu yazıyı, acıların unutulmadığı, unutulmayacağı ancak aynı zamanda geleceğe dair umutlarımızı da canlı tutmamız gerektiğini hatırlatmak için kaleme aldım. Unutmayalım ki, her felaket birer sınav niteliğindedir ve bizler bu dersleri iyi anlamalıyız. Hayata tutunmalıyız, hayata tutunmak için kendimize nedenler bulmalıyız…
Bugün karşıma çıkan “Hepimiz öldük, bazılarımızı gömdüler” cümlesi de kendi yaşadıklarımı yeniden getirdi gözümün önüne, bende ölmüştüm…
Çok uzun süre Ufkun hep flu kaldığı bir hikâyenin içindeydim. Ancak kaybettiklerimi geri getirme umudumu yitirdikten sonra, her şeye rağmen devam etmenin öyküsüne dönüşmüştü hayatım... Hayata tutunabilmek için, güçlü, çok güçlü nedenlere ihtiyacım vardı. Ben, bu nedenleri bulamasam da bu nedenleri doğurabilirim demiştim, bu biçimde yeniden başladım… Ve ben doğurduklarımla tutundum hayata...
Asıl Felaket, Adaletin Gelmeyişi…
Instagram da gördüğüm ve beni derinden sarsan bir kamu spotuydu. ‘’ Asıl felaket, adaletin gelmeyişi’’ diyordu… ‘’Depremde yıkıma neden olan müteahhitlerden, yapı denetim şirketlerine, belediye çalışanlarından, bakanlık yetkilileri ve teknik elemanlara kadar tüm sorumluların adalet önünde hesap vermesi gerekmektedir. Bu süreçte adil bir yargılama yapılmalı ve sorumlular hak ettikleri cezaları almalıdır’’…diye devam ediyordu. Altı şubat depreminde yakınlarını kaybeden bir vatandaşımız, tüm deprem davalarında adaletin sağlanması için bir imza kampanyası başlatmıştı. Ben bunu Instagram da gördüm. İyi niyet ve adalet için yola çıkılan her çabaya hayran ve müteşekkirim. Ne kadar da doğruydu, sorun şuydu ki üzerinden yıllar geçmesine rağmen, asıl felaket aslında adaletin bir türlü gelmeyişiydi…
Her Bir Acı, İnsanlığın Ortak Mirasıdır…
Fedor Mihayloviç Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" adlı eserinde yer alan “Başkalarının zavallılığına bakıp kendi haline şükredenlerden tiksiniyorum” cümlesi çok etkileyici ve benim duygularıma da o kadar net tercüman oluyor ki...Bende aynen böyle hissediyorum. Bu cümleden güç alarak, başkalarının acılarını hak edilmiş gibi gösterip, bunun üzerinden acı yaşamadıkları için kendi yaşamını ve de kendilerini değerli kılma çabasında olan bireylerin, aslında nasılda ahlaki ve vicdani bir çöküş içinde olduğunu buraya not düşmek istiyorum.
İnsan olmak, başkasının acılarını anlamak ve taşımakla başlar. Her bir acı, insanlığın ortak mirasıdır; paylaşılmalı, beraberce hissedilmeli ve taşınmalıdır. İnsanların acısını görmezden gelmek, onlara yabancılaşmak kendi insanlığımızdan vazgeçmektir. Bu empati gerektirir, kişilerin kendi konfor alanlarından çıkarak, başkalarının acılarını anlamaya ve onlarla dayanışma içinde olmaya yönelik bir çaba içinde olmalarıyla da insanlıkları değer kazanır.
Dostoyevski’nin bu düşüncesi, modern toplumlarda sıkça göz ardı edilen bir gerçeğe ışık tutuyor. Toplumsal empati eksikliği, bireysel ve kolektif çürümenin bir tezahürüdür. Kendini başkalarının acıları üzerinden yücelten her birey, aslında kendi içindeki değersizliğin farkındadır ve bu değersizliği doldurmak için başkalarının ıstırabını bir araç olarak kullanır.
İnsanlık, ancak birbirinin acılarına duyarlı olduğu ölçüde değer kazanır. Bu duyarlılığı kaybettiğimiz an, insanlığımızı da kaybederiz. İnsan olmanın yolu başkalarının acılarına ortak olmaktan geçer, çünkü her bir acı, insanlığın paylaşması gereken, ortak bir mirastır.
Büyük felaketlerin ardından empati kuramayan, acılara saygı duyamayan , acı yaşamadığı için kendini şanslı sayan, başkalarının acısına bakıp şükreden, can kayıplarını görmezden gelip ,maddi varlığını koruduğuna sevinen, böyle günleri fırsata, sonrasını ranta çeviren ,vicdanları cebinde gezen herkese selam ,yukarıda ki paragrafımda onlara armağan olsun…
HEPİMİZ ÖLDÜK! BAZILARIMIZI GÖMDÜLER…
Aylin YÜKSEL
Bu içeriğe tepkiniz
Yorumlar