OYSA BİLDİĞİN SESLİ VE GÜRÜLTÜLÜ İSTİLA!

Malumunuz, sığınmacı sorunu konusunda hazırlanan Sessiz İstila kısa filmi/belgeseli büyük tartışma yarattı. Kısa sürede milyondan fazla kişi izleyip, çoğunluğu da beğenirken, bundan rahatsız olması ve en azından toplumun gazını alacak birkaç kelam etmesi gereken hükümet, aksine bir davranışla filmin yapımcısını gözaltına aldı. Filmin içeriğinden hareketle, göstermelikte olsa suç makinesi haline gelen birkaç sığınmacıya operasyon çekip teşhir etmek yerine maalesef belgesele operasyon çekildi.

Yetmedi, kanayan bu yaranın üzerine gidip göstermelik bir pansuman yapması gerekenler, belgeselin finansörü olduğunu söyleyen Ümit Özdağ’ın üzerine gittiler.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Sessiz İstila belgeseli üzerinden Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ı, Türk siyasetinin gördüğü göreceği en düşük seviyede hakaret ve küfürlerle hedef aldı.

Bakın, bir anda belgeselin o çarpıcı içeriğini unuttuk da olayın sadece hakaret ve tartışma bölümüne takılıp kaldık.

Bu haklı çıkışı, bugün Soylu çıkıp, yanlış yaptım, fevri davrandım, özür dilerim dese, sanki bütün mesele ortadan kalkacak seviyeye indirgedik.

Tekrar gözden geçirelim, işin aslını kaçırmayalım.

Soylu, canlı yayında kendince asıp keserken, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ canlı yayına bağlanıp cevap hakkını kullanmak istedi.

Bunun üzerine Soylu açtı ağzını, yumdu gözünü; “Adam yerine koymam. Hayvandan aşağı biridir. Operasyon çocuğudur, Soros çocuğudur. İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir, burayı terk ederim. İtibarımızı onunla bir araya getirir miyiz ya? Haysiyetsiz adam. Ümit Özdağ'ın yaptığı Soros taktiğidir.”

Onu bilmem ama Soylu’nun ki ‘vur-kaç’ taktiğidir. Bir iddiayı dile getiriyorsan, muhatabının cevap hakkına da saygı duyacaksın.

Ve Soylu bunu hep yapıyor, ne zaman bir muhatabı ile yüz yüze gelse örneğin TBMM’de, hemen işi kuru gürültüye, tehdit ve hakaret boyutuna getirip hem gündemi saptırıyor hem de söylemesi ayıp kaçıyor.

Bu cümlenin, hakaret boyutundan ari bir açılıma ihtiyacı var oysa. Bu konu üzerinden bakıldığında kim Soroscu, kim ABD ve AB yanlısı, kim Emperyalizmin oyuncağı, kim yerle ve milli? Bunun izahı gerekiyor.

Nitekim Ümit Özdağ yanıtını verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın George Soros’la çekilen fotoğrafını paylaşıp; “Soylu, Özdağ Soros taktikleri uyguluyor demiş. Soros taktiklerini kimin uyguladığını biliyoruz. Zafer Partisi, öğrenmesi gerekenleri Soros'tan değil, Toros'tan (Denktaş) ve onun temsil ettiği gelenekten öğrendi” dedi.

Soylu, “Sessiz İstila bir edepsizliktir. Bir yalandır ve bunu ortaya koyup bunu sosyal medya üzerinden toplumu tahrik eden ve direkt hükümeti hedef alan saldırı ile karşı karşıyayız. Bot hesaplar ile kamuoyu oluşturmaya çalışılıyor. Ümit Özdağ bu filmi nasıl finanse etmiş. Bu Soros taktiğidir. Bu vatandaşımızı korkutmaya yönelik bir süreci tetiklemeye çalıştılar. Bunların insanlık ile alakası yok” dedi, mesela…

Bu da izaha muhtaç.

Türkiye gibi ekonomisi kötü olan bir ülkede kısa sürede nüfusun yüzde 10’una ulaşmış sığınmacı sayısı, konuya nasıl bakarsanız bakın, ciddi sorundur. Ve bugün çözülemezse yarın çok geç olur.

Bunu dillendirmek korku salmak değil uyarmak amaçlıdır. Ki hükümetin de bu uyarıya ihtiyacı vardır.

Ortada Soros’u dinleyen, Emperyalist bir projeyi destekleyen birileri varsa, o da Sayın Özdağ değil, Suriye’yi sömürge yapma ve parçalama hedefiyle işgal etme, işgal sonrası kaçan sığınmacılarla bir başka ülkeyi (Türkiye’yi) zora sokup sınırlarını değilse de sosyolojik yapısını bozma amaçlı senaryoya figüran olanlardır.

Birileri Sessiz İstila dese de olup biten gayet sesli hatta gürültülü ve hatta korkunç görüntülü bir istiladır.

Soylu’nun, selfi paravanında kadınlarımızı kızlarımızı röntgenleyen ve görüntüleri paylaşanları savunması da gözden kaçırıldı bu ara…

“Ama öyle bir büyütüyorlar ki sabahtan akşama kadar, afedersiniz bütün röntgeni Suriyeliler çekiyor. Ya şimdi ben selfie çekiliyorum. Kötü niyetli olsanız, selfie çekildiğim zaman arkamda bir kadın olsa, selfie'yi yayınlasa... 'Ya bak bu kadını röntgenliyor.' Ya böyle bir ahlaksızlık var mı ya? İsterseniz bu meselelerdeki keraimlerimiz de var. Hangi uyruktan ne kadar olduğunu kamuoyunun önüne koyalım. Bu ayıp” dedi.

Adam çekim yapıyor, çekim. Çekim yaparken ağzının salyalarını akıtıyor, bıyıklarını buruyor ve hem bedeni ile hem de paylaşıma kattığı sözleri ile sapıklığını ifşa ediyor.

Bunu engellemesi gereken teşkilatın başındaki Soylu ise, olayın iç yüzünü inkar ederek, olayı hafifletmek derdinde ki sorumluluktan sıyrılsın.

Sözün kalanını Yeniçağ’dan sevgili kardeşimiz Selcan Taşçı’ya bırakacağım

“Neresinden tutsanız elinizde kalıyor da, naçizane, hepimize en lazım olan tarafından, "hukuk devleti" ile bağdaşmazlığından başlayayım:

Bu ülkenin bir milletvekili, bir siyasi parti genel başkanı, bir "istihbarat elemanı" ise, "operasyon çekiyor" ise, Soros yahut türevi odakların hizmetindeyse, ve ülkenin İçişleri Bakanı da bunu biliyor ise, hatta bizatihi bu iddianın sahibi ise, bugüne kadar bununla ilgili herhangi bir girişimde bulunmuş olması gerekir değil mi?

Bulundu mu peki?

Bu arada bir de "netlik ayarı" gerekli;

Takdir edilesi bir sıfat olmamakla birlikte ve her ne kadar Osman Kavala bu çeşit ithamlarla "ağırlaştırılmış müebbede" çarptırılarak bir "emsal" oluşturmuş olsa da, kanunlarımızda "Soros çocuğu" yahut "operasyon çocuğu" olmak gibi bir suç yok bildiğim kadarıyla!

Olsaydı; "kripto" peşine düşmeden, herkesten önce, Soros'un resmî temsilciliğini yapmış olanların, ondan Atatürk değerlerini, Cumhuriyet ideolojisini yıkmak üzere fon aldığını açık seçik anlatmış olanların yargılanması gerekirdi!

Hoş, "istihbarat elemanı" olmak da suç değil mesela; bilakis meslek.

Ama "Askerî Casusluk" diye bir suç var, "Uluslararası Casusluk" diye bir suç var.

Bu suçlardan hazırlanmış bir fezleke var mı Özdağ hakkında?

O yok işte!

Fezlekesi var; ama bazı meslektaşlarımızın da yargılanmasına yol açan Libya şehitleri haberiyle ilgili olarak hazırlanan MİT Kanunu'na muhalefetten sadece.

Bu durumda;

TBMM'de bir "ajan milletvekili"miz var ve devlet de buna göz yumuyor; öyle mi?

Böyle saçmalık mı olur?

Emrinde dev bir güvenlik ve istihbarat teşkilatı bulunan İçişleri Bakanı, bunu bir TV programında ilan ediyor; ve nokta! O kadar!

"Sedat Peker'den 10 milyon dolar maaş alan milletvekili"yle aynı karanlığa gömülmeye terk ediliyor!

Tersine dönüyor denklem; bir şey olsa bile hiçbir şey olmuyor kimseye; halbuki, Bakan'ın iddiası doğruysa da suç, değilse de suç…

İki durumda da belirmesi gereken bir irade var;

"Hukuk devleti" diyor dünya adına; bildiniz mi?

Bekir Bey! Sayın Bozdağ! Hu-huuuuu Adalet Bakanlığı'nda bu garabeti gören, duyan kimse var mı acaba!

Konunun siyasi muhatapları ve dahi muhatap olmayanları diledikleri kadar birbirlerini taşlayabilir, iğneleyebilir, altında bit yeniği, Çapanoğlu arayabilir ve dahi bulabilir, tiyatro diye itibarsızlaştırabilir…

Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı ile Zafer Partisi Genel Başkanı arasında olup bitenleri esasından, bu kişilerin isimlerinden, kaşından, gözünden bağımsız olarak kullanılan dili ve izlenilen yöntemi "mesele" edinmeliyiz; sözde değilse ideallerimiz.

İçişleri Bakanı;

Zafer Partisi Genel Başkanı'nın "cevap hakkı"nı kullanma talebi üzerine yapıyor bu çıkışı; oysa "cevap hakkı" her vatandaşın Anayasal hakkı!

Kullandırılırsa yayını terk edeceğini söylüyor; halbuki o yayını yapan televizyon kanalı için, o cevap hakkını kullandırmak, basın meslek ilkelerinin gereği!

"Bakan" sıfatıyla "muhatabım değil" diyor milletin vekiline; vekil olmasını geçtim, "kişi olarak tanınmak" her vatandaşın Anayasal hakkı!

"Hayvandan aşağı gördüğünü" söylüyor; halbuki insan olmaktan kaynaklanan bütün temel hak ve özgürlüklerin esası onlara "saygı duyulması". Keza "İnsan haysiyetiyle bağdaşmayan her türlü muamele" yine Anayasa'ya aykırı!

"Esfeli safilin" diyor…

Geçin bütün fani kaideleri…

Bunu diyen "âdâbü'l-lisân"ı, "âfâtü'l-lisân"ı bilmez mi?

Bakara'yı, Nisâ'yı, İsrâ'yı bilmez mi?

Dinimizin, konuşma yeteneğinin iyilik yolunda, nezaket kurallarına uygun biçimde kullanılmasını emrettiğini, hesap günü dillerin de tanıklık edeceği uyarısını bilmez mi?

Yazılı olan olmayan hiçbir kuralın, kanunun, teamülün, hükmünün kalmadığı yerde ört ki ölem; medet umacağımız ne kalır geriye!

Kişiler ha hancı, ha yolcu ama han da, yol da baki; onun için "ilkeler" mevzubahis olduğunda, kime yarar, kime zarar hesaplarına bakmadan, dimdik durmak gerekli!

Hiçbirimizin, bir avazda, bir an bile tereddüt etmeden, ferahlıkla "Olmaz öyle şey" diyemediği bu "ihtimal"e, süresi 10 dakikayı bile bulmayan, "kamu spotu" tadındaki kısacık bir filmle dikkat çeken Hande Karacasu'ya, devletimizin verdiği ilk tepkinin "ifadesine başvurmak" olması karşısında oluşan haklı galeyan haline bakınca düşünmeden edemiyor insan; murat bu mu acaba?

Bu "sığınmacı", "kaçak", "mülteci", "göçmen", -resmî statüsü de konjonktüre göre sürekli değiştiği için adını bir türlü netleştiremediğimiz- belanın müsebbibi olarak, def etmekle de yükümlü olanlar fena halde çarşafa dolandıklarından, besleye besleye doymak bilmez bir deve dönüştürdükleri bu sorunun kendilerini de yemesine ramak kaldığını anladıklarından, çareyi "doğal seleksiyon"un hikmetine mi sığınmakta buldular?

Bu "ihtimal" de en az Karacasu'nun filmi kadar "ütopik" elbette ama insan işkillenmeden edemiyor işte;

Bir yandan toplumu Suriyeli, Afgan, Pakistanlı vesair kaçak, kontrolsüz, denetimsiz göçmenlerle alakalı "provokasyonlara" karşı uyarıp da, öte yandan, artık burnunun ucuna kadar dolmuş olan aynı toplum için "bardağı taşıracak damla" anlamına geleceği açık gözaltıların, ifade almaların gayesi ne?

Normalde belki ancak on binlere ulaşabilecek bir videoyu milyonların dikkatini çeker hale getirerek verilen örtülü, tersten desteğin bir manası vardır herhalde…

Bir paragrafta hem "hukuk devleti" niteliğine, hem "demokrasi"ye, hem "millî egemenliğe", hem "insan hakları"na, hem "Anayasa"ya, hem siyasi egemenler nazarında bütün bunlardan daha kayda değer gibi duran "Şeyh Edebali" nasihatına ve hatta "inanç değerleri"ne nasıl rahmet okutulur?”

Bir de Mehmet Ali Güller’in yorumunu aktarayım ki meramımız tam anlaşılsın;

“Sessiz İstila’ya karşı çıkanlar, yukarıda işaret ettiğim yaklaşım yanlışlıkları nedeniyle değil, politik gerekçelerle sığınmacılığı savundukları için belgeseli hedef alıyorlar. İstila kelimesi üzerinde duruyorlar, böyle bir tehlike olmadığını savunuyorlar…

Oysa böyle bir tehlike olduğunu, aslında doğrudan kendileri söylüyorlar. Nasıl mı? Anımsatalım:

Tampon Ülke - Emperyalizmin Göç Stratejisi (Kırmızı Kedi Yayınları) kitabımda önemle dikkat çekmiştim. Başbakan Binali Yıldırım, 24 Kasım 2016’da TRT’de gazetecilerin karşısında aynen şunları söylemişti: “Düşünün, Türkiye olmasa ne olacak? Bütün bu Ortadoğu’dan, kargaşanın, savaşın yaşandığı bölgelerden akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek ve çok büyük bir sorunla yaşamak zorunda kalacaklar. Türkiye buradan bütün bu sorunları, kendi içerisinde yönetebilen bir ülkedir. Avrupa’nın bunu görmesi lazım.”

Yani AKP’nin Başbakanı Binali Yıldırım, 5-6 milyon mültecinin Avrupa’yı istila etmek yerine kendi yönettiği ülkeyi istila ediyor olmasını, övünülecek bir politika olarak anlatmıştı!

Dolayısıyla Sessiz İstila belgeseline kızanlar, aslında Binali Yıldırım’a ve elbette Tayyip Erdoğan’a kızmalıdır; hem de iki kere: Birincisi, rejim değiştirme hedefli yanlış dış politikalarıyla sığınmacı sorununun nedeni oldukları için, ikincisi de imzaladıkları anlaşmalarla Avrupa’yı “istiladan” koruyup Türkiye’yi bir “göçmen deposu” haline getirdikleri, Avrupa’nın önünde bir “tampon ülke” yaptıkları için…

Kitabımda önemle vurguladım: Sığınmacılara değil, sığınmacı sorunu doğuran politikalara karşı çıkmalıyız. Emperyalizmin Ortadoğu planlarını ve o planlarla işbirliği yapan iktidarın çizgisini hedef almalıyız.

Emperyalizmin göç stratejisini esas almadan “sığınmacı dostluğu” sergileyen “bir tür solculuk” da sığınmacıların neden değil sonuç olduğunu dikkate almadan işi yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa götüren “bir tür sağcılık” da büyük yanlış içindedir.”