Bugün yaşadığımız sığınmacı akımı ile ‘Andımızın’ kaldırılması ve ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ sözünün tartışmaya açılması, birbirinden bağımsız değildir.
Ve bu istilayı ‘Ümmetçilik’ kılıfına sokmaları ile ‘Ensar-Muhacir’ ilişkisine dayandırmaları da boşuna değil.
Amaç; Üniter yapımızı bozup ülkemizi ‘çok uluslu’ hale getirmek ve bu yolla parçalamak, ‘ne mutlu Türk’üm diyene’ temeline oturtulmuş kurucu felsefeyi ortadan kaldırmak, bütün bunları da ‘din sosuna’ büründürüp bize afiyetle yedirmek…
Karşı çıkanlara da yafta hazır: Seni gidi ırkçı seni…
O öyle değil işte. Bakın Anayasamızın 66’ncı maddesinde devletimizin adı “Türk Devleti” bu devlete “Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese” de “Türk” adı verilmiş.
Buradaki Türk kelimesi, “etnik” olarak değil, “vatandaşlık” kavramı üzerinden yapılmış.
Bu sebeple ayırımcı değil, tüm etnik grupları aynı şemsiye altında toplayıcıdır. Vatandaşlık bağı ile bağlanması karşılığında onları koruyacağını anayasal olarak taahhüt eder. Bu devletin adı da Türk Devleti’dir.
Andımızdaki Türkü’m kelimesi; bir ırka, soya, kavme ilişkin etnik kimliği değil, kendisine vatandaşlık bağı ile bağlanan tüm etnisitelere bir üst kimlik kazandıran Türklük kavramına atıftır. Türk Milleti kavramı, bu sebeple bir ırktan değil, aynı kaderi paylaşan, aynı coğrafyada yaşayan, birlikte bağımsızlık mücadelesi veren tüm toplulukları kapsar.
Büyük önder Atatürk, “Ne mutlu Türküm diyene” derken Türk olana değil, “Türküm diyene” diyerek herkesi kapsamıştır. Yani “Türküm” demek için, Türk olmak, Türk doğmak şart değildir. Hissetmek yeterlidir. Hissediyorsan ve “Türküm” diyorsan, tartışmaya gerek yok.
Hıncal Uluç gibi; “Yani bu demokratlık, liberallik ayağına ‘Türküm’ demeyi suç, ayıp haline getirdik nerdeyse. Yahu ne iştir? ‘Kürdüm, Lazım, Çerkez’im, Rum, Ermeni, Süryani’yim’ dersen liberal, demokrat, ‘Türküm’ dedin mi, faşist oluyorsun bu ülkede. Türküm be. Aslanlar gibi Türküm” deyip geçeceksin.
Hasılı bir çimento görevi görür "Ne Mutlu Türküm Diyene" sözü, birleştirir, bütünleştirir.
Burada ırkçılık yoktur. Irkçılık olsaydı, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü yerine “Ne mutlu Türk olana” denilirdi.
Sessiz istila ya da işgal konusuna gelince, bunun tarihteki en yakın örneği Lübnan’dır.
Tarih tekerrür etmesin, tarihten ders alınsın diye bugün Lübnan’ı ele alacağım.
Lübnan’ın bugünkü siyasi düzeni, 15 yıllık iç savaş ve ardından İsrail ve Suriye işgallerinden sonra 22 Ekim 1989 tarihinde imzalanan Taif Anlaşması ile kuruldu.
Taif Anlaşması, resmî olarak “Ulusal Uzlaşma Anlaşması” diye adlandırıldı, “Oydaşmacı Demokrasi” ya da “büyük koalisyon” adı verilen, tüm siyasi güçlerin ülkeyi birlikte yönettikleri bir model dayatıldı.
“Oydaşmacı Demokrasi” modeli, “Aşağı Ülkeler” olarak tanımlanan “Üçüncü Dünya Ülkeleri” kategorisine uyan bir modeldi. Bireyleri kendi kimliklerine hapsediyor. Bu durum ise hem “ulus” olmaya engel teşkil ediyor hem toplumsal bölünmeyi derinleştiriyor hem de bireyleri topluluk karşısında önemsizleştirerek edilgen hale getiriyordu.
Aynı zamanda sistem orta vadede iç çatışmayı hızlandırıyor uzun vadede ise devlet yapısını ve devlet kapasitesini çökertiyordu.
Buna göre cumhurbaşkanı Maruni Hristiyanlardan, başbakan Sünnî Müslümanlardan, meclis başkanı ise Şiî Müslümanlardan seçiliyor, merkezî hükümetin yetkileri bölgelere göre mezheplere ve gruplara dağıtılıyordu.
Üst düzey görevler mecliste temsil edilen 18 dinî grup arasında paylaştırılıyor böylece dinler ve mezhepler arasındaki bu kota sistemi Lübnan’ın bir ulus devlete dönüşmesini, ortak bir Lübnanlı kimliğinin oluşmasını da engelliyordu.
Böylece Lübnan hem içte yaşanan çatışmalara hem de dışarıdan gelen müdahalelere açık bir hale getirildi.
Lübnan’ı oluşturan grupların kimisi ABD’nin kimisi Fransa’nın kucağına otururken, Şiiler İran’ın, Sunniler Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri etkisine girdiler.
Neticede Lübnan, bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olarak adlandırılan Lübnan, merkezi otoritenin zayıflatılması, etnik gruplara ve mezheplere tanınan otonomi, mülteciler, demografik işgal, demografik yapının değişmesi, demografinin bozulması, ekonomik sıkıntılar, artan huzursuzluk, iç savaş, terörizm, kaos, dış müdahaleler ve işgaller sonucu bu hale geldi.
İşte Ne mutlu Türk’üm diyene diyememenin, bir ulus devlet oluşturamamanın ve yanı sıra sığınmacılar yoluyla yaşatılan sessiz istilanın kurbanı oldu Lübnan…
Hayat ileriye doğru yaşanıyor ancak geriye doğru anlaşılıyor, derler.
Lübnan örneği muhakkak ki bize çok büyük dersler veriyor, anlaya ve tarihten ibret almasını bilenlere...