İnsanı en çok yaralayan şey hatıralarının yok olmasıdır. İnsan her yaşta çocuktur hatta bebek. Otuzlu yaşlara bile gelse çocukluğundan kalan eşyalar mutlaka vardır hele bir de o eşyaları, oyuncakları başka birine verirsen ya da çöpe atarsan içinize bir burukluk düşer. O zaman anlarsın hatıraları unuttukça, kaybettikçe büyüdüğünü. 

    İşte benim de öyle bir oyuncağım var. Ne zaman görsem beni zaman yolculuğuna çıkaran, baktıkça beni mutlu eden. Ama gerçeğin de farkındaydım. Onunla ayrılma zamanım gelmişti. Atsam atılmaz, satsam satılmaz bir şeydi. Hem onu ihtiyacı olan birine versem belki mutlu olurdu ama onunla oynayamayacak kadar da eskiydi. 

   İçimin diğer tarafı ise onu verdiğimde her şeyin yok olacağını, anıların gideceğini hatta hayatımın sonrası için büyük bir hafıza kaybı yaşayacağına inanıyordu. O kadar ki beni bile inandırıyordu. İçimdeki iki taraf birbiriyle artık kavgaya tutuşmuştu. Alt tarafı bir oyuncak, koyayım poşete atayım demekle olmuyordu, yapamıyordum. Aslında içimde kavgaya tutuşan bu iki tarafta benim ta kendimdi. Bir yanım geçmişe tutunmayı, hâlâ çocuk kalmayı, geçmişin öğrettikleriyle yaşamayı savunan çocukluğum, gençliğimdi. Diğer taraf ise geçmişi geride bırakmam gerektiğini söyleyen, ileride ne olacağını, daha iyi günler ve zamanlar için şimdiden adımlar atmam gerektiğini söyleyen olgunluğum, büyüklüğümdü. Ortada kalan ise bendim. Gençliği ve olgunluğu arasında sıkışmış olan ben.

   Dışarıdan bakılınca ‘’Aman ne olacak? At gitsin o oyuncağı kalan anılar senin olur, hem kaç yaşına kadar yaşayacaksın o oyuncağınla?’’ dediğinizi duyar gibiyim ama kolay mıdır bir anıdan ayrılmak? İnsanlar kendilerine zarar verip, onları üzen nesneleri, kişileri kolayca atamazken hayatından ben nasıl olur da çocukluğumu temsil eden bu oyuncağımı atabilirim? Hem anıları akılda tutmak da hiç sanıldığı kadar kolay değildir. Öyle anlar vardı ki aslında hatırladığınızı sanıyorsunuzdur ama ya olayı yanlış hatırlıyorsunuzdur ya da hiç hatırlamıyorsunuzdur. Neyse işler daha da karmaşık bir hal almadan bir karar vermem gerekiyor. Yoksa oyuncağın başında kendi kendime konuşarak bir karar veremeyeceğimin ben de farkındayım. Ya ileriye doğru bir adım atacaktım ya da anılarıma, çocukluğuma sarılıp geleceğe uzaktan bakmayı tercih edecektim. 

   Oturduğum yerden kalktım oyuncağımı bir kenara bıraktım ve olduğum yerde yuvarlaklar çizerek yürümeye başladım. Yürürken daha fazla ve daha iyi düşünen biriyim. Bir ara öyle hızlandım ki sağda solda bulunan eşyalara çarpmaktan zor kurtardım kendimi. Bu olaya da sinirlendim ve en sonunda hayata, sisteme kızdım. Neden bu hayat beni hep bir tercih yapmak zorunda bırakıyordu ki? Herkes olgun, kocaman mı olmak zorundaydı? Ben çocuk kalsam ne olacaktı ki? Hayır, anılarına tutunmak da kötü bir şey değildi ki… 

   

    Kararımı verdim. Bu sinirlenişim beni de bambaşka düşüncelere itti. Kimse bir seçim yapmak zorunda değildi aslında tıpkı ben gibi oyuncağı aldım ve dışarı çıktım. Bir dükkânda oyuncağı özel bir cam fanusun içerisine koydurdum sonra da eve döndüm. Oyuncağı salonun baş köşesindeki duvara astım. Hemen altında bulunan koltuğa oturdum ve geleceğin neler getireceğini, kapımı nasıl çalacağını beklemeye başladım.