Geldik AKP dönemi ABD Türkiye ilişkilerine ve mektup mesaj alışverişlerine…

Bütün bunları, Amerikalı çocukların ilham aldığı, ABD başkanlarının hürmet ettiği Cumhuriyet'ten, bu hazin Cumhuriyet'e nasıl savrulduğumuzu tekrar tekrar düşünelim, diye yazıyorum.

Bir tanesi Shanahan mektubu!..

İsmini, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan’dan alıyor.

6 Haziran 2019 tarihli mektup Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar'a yazıldı.

Çirkinlik, terbiyesizlik ve tehdit açısından 55 yıl önceki mektuptan aşağı kalır yanı yoktu.

Tek ve önemli fark o günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye’nin tavır ve tutum farkıydı.

Mektuba göre; Türkiye Rusya'dan S400 füzeleri alırsa, F35 uçaklarını alamayacaktı.

ABD'de bu uçakların eğitimini alan Türk subaylar, 31 Temmuz itibarıyla geri gönderilecekti.

Türkiye F35 İcra Kurulu Başkanları Toplantısı'na katılamayacaktı.

Türkiye S400'leri alırsa CAATSA( Amerika'nın Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası) yaptırımları uygulanacaktı.

Türkiye milli gelirinde ve uluslararası ticarette telafi edilmesi zor büyük kayıplara uğrayacaktı.

Bütün bunları alt alta sıralayan ABD'li Bakan Vekili, mektubun sonunda hiç utanıp sıkılmadan şöyle diyordu; S400 tutumunuzu değiştirme seçeneğiniz halen bulunmaktadır.

Türkiye yönetimi bu tehditlere, terbiyesizce tavırlara karşı iç politikada hamaset yüklü birkaç mesaj ile yetindi, o kadar…

Ve geldik Trump’ın o rezil o aşağılayıcı mektubuna…

Mektupta Erdoğan’a “iyi bir anlaşma yapalım, siz binlerce insanı katletmekten sorumlu olmak istemezsiniz, ben de Türk ekonomisini mahvetmekten -ki yapacağım- sorumlu olmak istemem. Rahip Brunson konusunda bunun küçük bir örneğini gösterdim size, diyor, şöyle devam ediyordu;

Bazı sorunlarınızı çözmek için çok çalıştım. Dünyayı hayal kırıklığına uğratmayın. Büyük bir anlaşma yapabilirsiniz. General Mazlum sizinle görüşmek istiyor. Ve geçmişte asla vermeyecekleri tavizleri vermeye niyetli. Yeni elime geçen mektubunun bir kopyasını gizli olarak gönderiyorum.

Bu konuyu doğru ve insani bir yolla hallederseniz tarih size olumlu bakacak. Eğer iyi şeyler gerçekleşmezse tarih size ebediyen şeytan olarak bakacak. Sert adam olmayın! Aptal olmayın!

Daha sonra sizi arayacağım! Saygılarımla.”

Mektubu bizden gizlediler.

Aslında galiba hiç söylemeyecekti bizlere, bunu fark eden Amerika tarafı, mektubu kendi medyasına sızdırınca öğrendik.

Amerikan basınının mektubu sızdırması üzerine, bizler de bundan haberdar olduk ama yine iktidarın tepkisini göremedik. Sustular nedense.
Sadece bir ara Erdoğan, “Gereken cevap, gerektiği sırada verilecektir” dedi.
Basın Sözcüsü Ömer Çelik “Mektup yok hükmündedir. Cumhurbaşkanımız gereken yerde, gereken zamanda karşılığının verileceğini söylemiştir” dedi.

Buruşturup çöpe attık da dediler.
Sonuçta son noktayı yine Erdoğan koydu. 13 Kasım’da Amerika’ya Trump’la görüşmek için gideceğini hatırlatarak “O mektubu da yanımda götüreceğim” dedi.
Çöpten çıkarıp götürdüyseler de haberimiz yok. Gidildiğinde neler konuşuldu, nasıl bir tepki konuldu bilmiyoruz. Bilmiyoruz çünkü AKP iktidarında dış görüşmelerde tutanak tutulmuyor…

Üç gündür yazıyorum.

ABD, tarihte de aynı tür mektup terbiyesizliği yapmıştı. 55 yıl önce; 1964 yılında, tesadüf yine haziran ayında, “İkinci Johnson Mektubu” gönderip, kaba, sert, küstah, emredici üslupla “Kıbrıs'a asker çıkartırsanız karşılığını ambargo olarak gösterir, ekonominizi çökertir, elinizdeki ABD üretimi silahları kullandırmaz, NATO üyesi olmanıza rağmen Rusya size saldırırsa sizi savunmayız” demişlerdi. Başbakan İsmet İnönü’nün tavrı ile adeta özür dileme mesabesine gelmişlerdi.

O gün başı dik, alnı açık, onurlu bir Türkiye vardı ve Türkiye’yi yönetenler…

Günümüzde Türkiye’yi yönetenler içeride müthiş ama dışarıda dut yemiş bülbül gibi ötemiyor yani konuşamıyorlar.

Dut yiyen bülbül ötemez yani konuşamaz, hatırlatayım.

Dut, bülbülün midesini bozar, oysa ötmesi için güçlü bir nefese ihtiyacı vardır bülbülün ama arkası tutmadığı için cesaret bile edemez.

Sözün özü; Tartışılması gereken şudur; Biz dış politikada, bütün bu hakaretlere karşılık neden sus pus oluyoruz. Neden konuşmuyoruz, neden bağırıp çağıramıyoruz yani neden ötemiyoruz.

Dut mu yedik, yoksa başka bir şeyler mi?

Mesele bu…