ALLAH’A ŞÜKÜR ATATÜRK’E TEŞEKKÜR ETMEK BU KADAR MI ZOR?

Atatürk’e tavırlı olduğu her halinden belli olan Diyanet’in 10 Kasım’da ne yapacağı merak konusuydu.

Diyanet İşleri Başkanı, Anıtkabir’deki protokolde yer alacak ve Atatürk’e dair bir mesaj yayınlayacak mıydı?

Maalesef Diyanet İşleri Başkanı protokolde yeri olmasına rağmen Anıtkabir’e gitmedi.

Ama en azından 10 Kasım mesajı yayımladı;

“Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü vefatının 83. yılında saygıyla anıyor; geçmişten günümüze vatan ve mukaddesat uğrunda canlarını feda eden tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi şükranla ve rahmetle yâd ediyoruz.

Kahraman ecdadımızın büyük fedakârlıklarla bizlere emanet ettiği vatanımızı ve medeniyet değerlerimizi her daim güçlendirerek geleceğe taşımak, şanlı tarihimize ve aziz milletimize vefa borcumuzdur. Hürriyetine meftun bir milletin mensupları olarak bugün bizlere düşen, bu mukaddes vatanı ilim, irfan ve hikmetle yüceltmek; devletimizin bekası ve milletimizin huzuru için var gücümüzle çalışmaktır.”

Diyanet İşleri Başkanı/Başkanları Anıtkabir’e gitmekten neden imtina ederler?

Bu tür bir tazim veya ziyaretin İslam’da yeri olmadığına dair kanaatlerinden mi?

Bence değil, çünkü daha önce gidenler oldu…

Demek ki, gidip gitmeme tercihlerinde iktidar/hakim ideolojinin tavrı önemli…

Yani İslam’a göre değil, hakim ideolojiye göre gösterilen bir tavır…

İktidardan ve muktedirden korktukları kadar Allah’tan korkmadıklarının göstergesi maalesef…

Peki, bu tavır İslam’a uygun mu? İslam’da riyakarlık, takiyye var mı?

Bu soru bile tek başına iman zafiyetinin bir göstergesi, bırakın İslam’ı salt insanlıkla dahi bağdaşmayan bir tavır…

Diyanet mensupları veya ilahiyatçılar Anıtkabir’e gidince çarpılmıyorlar ki giden gidiyor.

Atatürk konusunu çarpıtmayan, Atatürk’e teşekkür, karşılığında Atatürk gibi bir önderi bize bahşettiği için Allah’a şükür etmeyi şiar edinen ilahiyatçılar da var.

Bunlardan biri de İlahiyatçı Yazar Nazif Ay…

Araştırdım, ziyaretini ve sebebini buldum.

Bakın neler demiş;

“Biz Atatürkçü İlahiyatçılar, kalabalıklarla riyakârlık gösterisi sunma peşinde olmayan bir oluşumuz. Ayrıca Anıtkabir’deki sükûn ve emniyeti bozacak bir çirkin nümayişe yönelmeyecek kadar huzuru arzu eden anlayışa sahibiz.

Atatürkçü İlahiyatçılar kimliğimizle vurgu yaptığımız ve hassas olduğumuz kimi hususları sizlerle tekrar paylaşmayı görev biliyorum.

1-Atatürk ilke ve inkılâpları bizim Kırmızı Çizgimizdir. Atatürk ve onun ilke ve inkılâplarına düşmanlık, devlete ve uygarlık değerlerine düşmanlıktır.

2-Atatürk ne bir ilahtır ne ilahi sıfatla donanımlı ve emperyalizmden görev alan projeli bir şahıstır. O, şahsı için hiçbir ilahi kahramanlığı iddia etmeyecek yüce ahlaka sahip, milletinden ve bilimden güç alan, uygarlığın ve çağdaş anlayışın takipçisi, yerel değerlere saygılı ve Allah’ın Türk ulusuna armağanı özel bir liderdir.

3-Atatürk’ün ve Laiklik ilkesinin olmadığı yerde dinin de var olma şansı söz konusu değildir. Şeriat hukuku, artık geçerliliği olmayan ve İslam coğrafyasında bile uygulanabilir yönü bulunmayan bir hayali ütopik fantezidir ve pozitif dünyanın gerçeklerine uymayan akıl dışı söylemlerin malzemesidir.

4-Diyanet İşleri Başkanlığının, Cumhuriyet’in olmazsa olmaz ilkesi Laikliğe tam ve sadakatle bağlı kalması Anayasa’nın değişmez kuralı, Türk halkının ödünsüz beklentisidir.

5-Diyanet İşleri Başkanlığının sadece Sünni itikatlı vatandaşlara seslenen tek sesli çağdışı yapısı bir an önce değişmeli, bu kurum tüm inanç ve kabulleri şemsiyesine alan vasfa büründürülmelidir. Aksi halde Sünni bağnazlığına gömülü bir tarafgir yapının varlığını sürdürmesi imkânsızdır.

6-Atatürk’ü Koruma Kanununun işlerliği hususunda iktidarın kararlı ve tavizsiz olmasını gerekmektedir. İşbu kanunun, Atatürk onunla kaim olacağından değil, istiklâl ve istikbalimizin düşmanlarının saldırganlığına set çekmek ve hadlerini bildirmek için yürürlüğe girdiğinin bilinmesi elzemdir. Bu vesileyle ihbar ediyoruz ki, Atatürk’e hakaret ve küfür eden kişilere yargısal cezai müeyyide uygulanmaması, halkımızda din kutsallarına ve siyasete karşı kontrolsüz nefret duygularını coşturmaktadır. Biz Atatürkçü ilahiyat uzmanları, bundan böyle ahlaksız ve haysiyetsiz kişileri afişe edip tepkimizi en sert şekilde vereceğimizi ilan ediyoruz. “Atatürk’ün aziz kemiklerini sokağa attık” diyebilen sapık zihniyetlilerin peşini hukuken bırakmayacağız.

7-Ayasofya müzesindeki hutbeye kılıçla çıkma komikliğini milletimizin izan ve irfanına havale ediyorum. Ortaçağ kültürünün İslamcı versiyonu bir Ortaoyununun ibadet ortamında sergilenmesinin izahını yapmak oldukça güçtür. Modern çağda; geri kalmışlığı, kompleksli oluşu, vahşeti ve yobazlığı simgeleyen bir nesne ile güya ulvi ve siyasi mesajların verilmeye çalışılmasındaki gülünç durumun, Z veya Y Kuşağı denilen yeni nesle nasıl anlatılacağı doğrusu merak konusudur. Ayrıca namaz vakitlerinde bir safı bile dolmayan Süleymaniye ve Sultanahmet camilerinin yanına bir başka cemaatsiz mekânı eklemenin vebalini günümüz iktidarının nasıl taşıyacağını süreç bize gösterecektir.

8-Başka bir önemli tartışma konusu yapılmaya çalışan hilafet meselesine karşı hislerimizin isyan sözcüğüyle ifade edilebilecek seviyede olduğunu vurguluyorum. Halifelik özlemini dillendiren fesat odaklarının tıpkı Fetö gibi bir terör ve darbe örgütlenmesi, din ve devlet düşmanlığı organizasyonu olduğunu duyarlı her kesim bilmektedir. Halifelik/Hilafet Hz. Muhammed’in sözüyle, kendi vefatından otuz yıl sonra “kudurmuş saltanat” vasfına haiz, insanlık onurunu çiğneyen bir özlemdir. Bu hadisin devamı diye verilen metin ise mevdudur, yani uydurmadır. Mustafa Kemal Atatürk, “kudurmuş krallık” olan halifeliğin aslında bizzat Hz. Muhammed tarafından kaldırıldığını tescil eden müceddid (dini, içerisine sokuşturulan hurafe ve batıl inanç pisliklerinden temizleyen) özelliğe sahip realist bir şahsiyettir.

Atatürk; kimsesiz, sahipsiz veya kendini savunmada aciz değildir, onun mirasının ve hatırasının yanında çelik iradeli takipçileri olan biz Atatürkçü İlahiyatçılar varız. Ata’mızın tüm ilke ve devrimlerini bundan önce olduğu gibi bundan sonra da büyük bir duyarlılık ve sarsılmaz imanımızla savunacağımızı, ona karşı girişilen her türlü çirkin tertiplere tepkimizi en cesur ve en anlaşılır manada vereceğimizi tüm kamuoyuna saygılarımla bildiriyorum.”

Nazif Ay, Ayasofya’nın açılışında yaşananlara da tepkili…

“Atatürk’e laneti tel’in ve hilafet fitnesini Ata’ya şikayet” başlıklı açıklamasından;

Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın halkımızı ruhen ve fikren rahatsız eden beyan ve fetva çeşitlerine şahit olduğumuz gerçeği herkesin malumudur. Tüm bu olumsuzluklar yetmiyormuş gibi, 24 Temmuz 2020 Cuma günü bir talihsizlik ve dinsel temayla ilgili gibi gösterilen bir mistik hezeyanı daha yaşadık.

Ortodoks Hristiyanlığın öz mabedi iken Fatih sultan Mehmet tarafından camiye çevrilip vasiyetine dâhil edilen, asırlar sonra engin deha ve hoşgörü sahibi ve İstanbul’un vasiyette tek yetkili Fatih’i Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından bu saygın mekânın ismetine ve kutsallığına yakışır manada müzeye çevrilen ama günümüz iktidarının tekrar camiye döndürdüğü Ayasofya’daki hutbede Diyanet kurumu başkanı Ali Erbaş, ima ile Atatürk’e lanet etme küstahlığını gösterebilmiştir. Ancak bu cesareti, Yüce Atatürk’e her fırsatta hakaret eden bazı siyasi aktörlerden ve sosyal medyada dinsel terör paylaşımları yapıp herhangi bir cezai işlemle tabi tutulmayan İslamcı politikalara yandaş trollerinden aldığı aşikârdır.

Türk toplumu, resmi makamlardan yargısal süreç, Ali Erbaş’tan ise hem özür hem de istifa etme erdemi beklerken, Diyanet İşleri Başkanının basının bir kısmına yaptığı açıklamada Bakara suresi 141. Ayetini kullanması bile isabetsiz ve maksatlı mesaj niteliğinde olmuştur. Zira ayetin manasıyla, Atatürk ve dava arkadaşları “devri ve iktidarı bitmiş topluluklara” benzetilmiş ve bu gaflet üzerine kurulu mantıkla Ali Erbaş kendini savunma amacı gütmüştür.”

Atatürk’e teşekkür, bu konuda Allah’a şükür etmeyi şiar edinen ilahiyatçılarımız sağ olsunlar, var olsunlar…

DİYANETİN CUMA HUTBELERİ DE TARTIŞMA KONUSU

Diyanet’in Cuma hutbeleri de tartışılıyor.

Tartışma, bu hutbeler İslami mi yoksa siyasi mi noktasında düğümleniyor.

Gelinen noktayı 28 Şubat sürecine benzetenler de var.

Malumunuz, 28 Şubat döneminin paşaları, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı son derece aktif kullanmış ve Cuma Hutbeleri Karargah onayından geçmeden okunamaz hale gelmişti.

Şimdi de Saray’dan mı belirleniyor, Cuma Hutbeleri siyaset aracına mı dönüştürüldü diye soranların sayısı artıyor.

Diyanetin, toplumsal, sosyal olayları ve bağlı gündemi takip etmesi elbette önemli ama gündemi siyasetin gözüyle değerlendirmesi, iktidar ağzıyla konuşması ve iktidarın icraatlarına ön açması ne kadar doğru ve ne kadar ne İslami?

İktidar ‘sosyal medyayı’ gündemine alıyor, bir bakıyorsunuz Diyanet’in o haftaki Cuma Hutbesi de aynı içerikte…

Hutbenin konusu ve içeriği “İspat edilmedikçe insanın masumiyetine itibar etmek: Karşımıza çıkan her haberi hemen doğru kabul ederek yanlış haberlerin, iftiraların yayılmasına katkı sağlamamamız gerekir. Doğru olup olmadığını bilmiyorsak bir haberi yaymamız bizi Allah katında yalancılardan ve iftiracılardan yapar. Allah korusun!

Gizli hâllerin peşine düşmemek: Bir insanın işlediği günah bile olsa onun deşifre edilmesi yasaktır, kişilik haklarına tecavüzdür. Bu da kötü hâllerin topluma dağıtılması demektir” olunca, ister istemez Diyanet, siyasetin önünü mü açıyor tartışmaları başlar.

Ve haliyle her tartışma, tıpkı Emeviler döneminde olduğu gibi toplumun camiden uzaklaşmasına sebep olur ki, hangi Müslüman bunu ister?

Nitekim son zamanlarda Ateizm ve Deizmin artması Diyanetin bu politikası ile ilgilidir diyenler haksız mı?

Allah var, hutbelerde açık açık söylenmiyorsa da bazı Diyanet mensuplarının iktidar partisine oy vermeyenleri zındık ilan etme seviyesine geldiklerini hepimiz görüyor, yaşıyoruz.

Hasılı Diyanet, siyasetten bağımsız ve ari olmalı, Diyanet kendine yakışanı yapmalıdır.

Hutbeler, siyasi temellere göre değil, Kur'an ve sünnet baz alınarak hazırlanmalıdır.

Hutbe, İslam'ın temel esaslarına, itikat, ibadet, ahlak, sosyal hayat, toplumun birlik ve beraberliği ve güncel hayata dair yaşama uygun olmalıdır.

HUTBE; HER NEFİS ÖLÜMÜ TADICIDIR

Ben olsam, özellikle yönetici makamında olanların kibre battığı ve hiç ölmeyecek gibi davrandığı günümüzde bu başlıklı ve kibir içerikli bir hutbe irad ederdim mesela;

Ölüm korkusunu unutunca, hiç ölmeyecek gibi davranmaya başladığımız aşikar…

Bizim gibi konumu gereği günde ortalama bir cenaze görenler bile bazen dünyaya kazık çaktığımızı zannedebiliyoruz.

Dolayısıyla ölümü anmak lazım…

Hazreti Ömer, hilafeti zamanında belki bir gün olur da bir haksızlık yaparım korkusuyla kendisine her gün ölümü hatırlatması için maaşını kendi ödemek üzere bir memur tutmuştu.

Bu memur, her gün Halife Ömer'in yanına gelir “Ölüm var ya Ömer!” der ve giderdi.

Bir gün Hazreti Ömer, artık seni bu vazifeden azlediyorum, dedi.

Sebebini de şöyle izah etti;

Artık sakalıma ak düştü. Ölümü bana haber veren, artık her zaman benimle beraber olduğu için senin ikazına lüzum kalmadı…

Tabi bu Ömer’e mahsus bir takva anlayışı…

Ona bir kıl yeterken ağarmadık yeri kalmayan bizlere her gün ölüm hatırlatılsa yeridir.

Bu amaçla ayet, hadis ve sözlerden bir demet sunalım;

Allah, sizi yarattı, sonra da sizi öldürecektir. İçinizden kimi de, biraz bilgiden sonra eşyayı önceki bildiği gibi bilmesin diye, ömrün en kötü çağına kadar yaşatılır. Şüphesiz ki Allah çok bilgili ve büyük kudret sahibidir. (Nahl/70)

Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. (Enbiya/35)

Hiç şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, diriltir de, öldürür de. Size O'ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı. (Tevbe/116)

Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine kurtulamazsınız. (Nisa/78)

De ki; Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir. (Cuma/8)

Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince; İşte ben şimdi tövbe ettim diyen kimselerin tövbesi kabul edilmez. Kafir olarak ölenlerin de tövbeleri kabul edilmez. İşte bunlara ahirette can yakıcı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/18)

Muhakkak ki inkâr edenler ve kâfir oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz azab onlar içindir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur. (Ali İmran/91)

O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. (Rum/19)

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten şüphede iseniz, (bilin ki) ne olduğunuzu size açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden (spermadan) sonra bir alekadan (embriodan) sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz onun üzerine su indirdiğimiz zaman, harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hac/5)

Ölüme dair hadisler;

Kabir, ahiret menzillerinin birinci menzilidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şediddir.

Ahiret aleminden gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü değildi.

Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet veya cehennemdeki) yeri arz edilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine; Allah seni kıyamet günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur, denilir.

Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım şahsen işitmekte olduğum kabir azabını size de işittirmesi için Allah'a dua ederdim.

Ölüyü, (mezara kadar) üç şey takip eder; Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri baki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle baki kalır.

Mevlana; Ey altın sırmalarla süslü elbiseler giymeye, kemer takmaya alışmış kişi. Sonunda sana da dikişsiz elbiseyi giydirecekler.
Ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüme dair şiirinden;

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.

GÜNDEMİN KARİKATÜRÜ