Evrenin zaman-mekan çıkmazını düşünüp, varoluşun kronik sancılarıyla kıvranırken bir taraftan; doğmanın bir rastlantı, gülünesi bir kaza olduğunu farkediyoruz..

Kendimizi unutur unutmaz dünyanın işleyişine ve dengesine, sanki zorunlu ve temel bir olaymış gibi davranıyoruz.

Distopik yaşantılarımızı, kendimizi kandırdığımız birbirinden farklı illüzyonlarla inanıp şekillendiriyoruz..

Aslına bakarsan varoluşumuz gamsız bir araştırmacının, ışığı kapatıp laboratuvarından çıkarken, labirentinde unuttuğu fareler gibi bu dünya üzerinde..

Bedenimizi ölüme götürmeye yeminli bilinçaltımızın iradesinde ne yöne gittiğimizi ve gideceğimizi bile bilmiyoruz....

Makrokosmosa bakınca;

Sayısız galaksi içinde bir toz zerresinin üstünde, zeki formda evrimleşmiş, ortalama 70 yıl yaşayan basit bir biyolojik yaşam formuyuz.

Kendimize çok fazla önem atfediyoruz aslinda...

Rastlantısal bir zevkin; duygularının ve inançlarının pençesinde acı çeken suçsuz birer mağduruyuz.

Yaşamın içindeki, anlamı paradoksal varoluştan gittikce uzaklaşırsın zaman-zaman..

Hiçliğin, duvarına asılı bir şekilde bakar sana.

Kendine dokunmak istersin.

Düşüncelerinin içinde boğulursun.

Yorgunluğun büyür ve her gece kendi derinliğinde, anlamını bilmediğin hislerle kavga edersin.

Yalnızlığın, kafana vurur, ağrı yapar ya da seni her şeyinden soyutlar hiçliğin canını yakar.

Kaybeden olabilirsin ya da kazanan.

Seçimler ve yargılar her şeyi tetikleyen küçük şeylerdir fazla kafana takma.

Belirsizliklerinin içinde uzanan yolda küçük bir savaş verirsin ve sonrası uçurumun kenarında biter.

İçindeki tükenmişlik hissini, ölmek üzere olan ruhunu ve geride kalan, aklına gelmeyecek düşüncelerinin içindeki ızdırabını ararsın.

Lanetlerinle tekrar savaşabilirsin ya da kaçarsın, farketmez!

O, seni hep kovalayacak..

Yargıların ve seçimlerinle ölmekten başka çaren kalmaz.

Böylece, bir palavranın içinde yüzüp boğulan ruhunu izlersin tüm gün,

bunun adı hayat!


 

Semih Aslanlar