“23 Nisan 1920’de Ankara’da ilk TBMM toplandı.

Atatürk bu bayramı çocuklara armağan etti.”

Anlatması ne kadar kolay değil mi? Söylemesi de öyle…

Oysa bu kadar basit, bu kadar kolay olmadı.

Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerinin ardından Ankara’ya geldi.

Adındaki “Paşa” sıfatı artık resmi olarak yoktu. O artık gönüllerdeki Çanakkale kahramanı ve direnişi örgütleyen sivil bir önderdi.

İlk Meclis binasının her tarafı dökülüyordu mesela…

Pencerelerinde cam, çatısında kiremit yoktu, elektrik yoktu.

Bir okuldan sıralar getirilmişti.

Yokluk ve yoksulluğa rağmen Sinan Meydan ve Yılmaz Özdil’in aktarımları ile;

Bakkalın, manavın malına çökmediler. Parasını ödemeden ekmek bile almadılar.

Yokluktan dolayı, kesekağıtlarını bile atmadılar da tutanak olarak kullandılar.

Ankara’ya yola çıkacaklarında parasızdılar. Bütün paraları, yol için 20 yumurta, 1 okka peynir ve 10 ekmeğe ancak yetiyordu.

Sivas Amerikan Okulu Müdiresi bir araba, birkaç lastik ve biraz benzin verdi.

Öylelikle gelebildiler Ankara’ya…

O soğuk Ankara günlerinde yaşanan parasızlığı, Mazhar Müfit’ten dinleyelim: “Ekmekçiye bile verecek paramız kalmamıştı. Benim bir kürküm vardı, nihayet onu da sattık. Kimse de satılacak bir şey kalmadı.”

Bir sabah kapı vuruldu. “Müftü Efendi geldi” dediler. Mazhar Müfit’in ilk aklına gelen, şeker yokluğu oldu. Hoca, ya kahve isterse? Peki ya sigara içiyorsa! Ne şeker ne sigara vardı.

Müftü Rıfat Efendi, kahve sever ve içerdi ama durumu biliyordu, mahcup etmemek için teklifi reddetti.

Rıfat Efendi söze girdi; “Sizin biraz sıkıntıda olduğunuzu öğrendik, az da olsa yardımda bulunmayı vazife bildik” dedi. Ayağa kalktı. Cübbesinin altından bir torba çıkardı. Torbanın içindeki kâğıt paraları saymaya başladı.

Mazhar Müfit, sevincini belli etmemeye çalışarak paraları alıp kasaya koydu. Sonra hemen emir erini çağırdı. Masanın gözünden çıkardığı iki şekeri verip “Bize birer kahve pişir” dedi. Başından beri durumun farkında olan Rıfat Efendi gülümseyerek “Şeker pahalı, hesap lazım, size de gelen giden çok, başa çıkılmaz, değil mi?” diye latife yaptı. Kahveler içildi.
Hoca gidince Mazhar Müfit de hemen Atatürk'ün yanına gitti. Atatürk, “Ne kadar?” diye sorunca, Mazhar Müfit, “1000” dedi. Atatürk, “Gördün mü akşam ne kadar sıkılmıştık. Bu akla gelir miydi? Allah bize yardım ediyor” dedi.

Can güvenlikleri yoktu. Saray yönetimi ve işgal kuvvetlerinin tehdidi altındaydılar. Ama asıl dertleri lojistik, irtibat, haberleşmeydi. Kullandıkları telgraf hattı sürekli düşman kuvvetleri tarafından tahrip ediliyordu. Ona rağmen Celal Bayar’ın deyimi ile imkansızı başardılar;

“Çok zahmetli bir yolculukla Bursa’ya geldim. 10 dakika olmamıştı ki kapı çalındı, açtım, kapı aralığından bir el uzandı ve avucuma bir kâğıt bırakıp kayboldu!

Açtım, imzasına baktım: Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal.

Donakaldım. Mustafa Kemal Paşa, beni Bursa’daki evimde nasıl bulmuştu. Beni, işgal kuvvetleri tutuklamak, Malta’ya sürmek için arıyor, bulamıyorlardı. Saray, bütün zabıta kuvvetleriyle peşimde idi, ele geçiremiyordu. Mustafa Kemal Paşa, buluyor ve bana ilk emirlerini veriyordu. Mustafa Kemal Paşa bu idi…”

23 Nisan her yönüyle gerçek bir mucizedir.

O gün itibariyle Avrupa’da bile parlamenter demokrasi sadece Fransa’da ve İngiltere’de vardı. Kalanı ya diktatörlükler ya da cuntalar tarafından yönetiliyordu.

Atatürk iyi bir örnek teşkil etmedi Avrupa’ya ve Dünya’ya…

Emperyalist ülkelerin diktatörleri, hem yönetim biçimlerinin tartışılacak olmasından dolayı hem de demokrasi kültürünün Müslüman ülkelere sirayet etme tehlikesi sezdikleri için bu durumdan hoşnut değildi.

İşte o Türk Mucizesi bütün bu namüsait şartlara rağmen kazanıldı, başarıldı.

Kutlu Olsun!