104 yıl önce, işgal edilmiş vatanda ‘ya istiklal ya ölüm’ şiarıyla istiklal mücadelesi başlatanların ilk işi bir ordu kurmak değil, bir millet meclisi oluşturmak oldu.

Dünyanın tanıdığı komutan ‘geç ordunun başına’ teklifini, Meclis’ten ‘sınırlı ve sorumlu’ bir karar çıkması, gerekirse kendisinin de sorgulanması, yargılanmasını ve hatta cezalandırılmasını şartıyla kabul etti.

Çünkü onlar, bir asır önce bu mücadeleyi yürütenler, millet iradesinin egemen olmadığı yerde milli egemenliğin ve bağımsızlığın kalıcı olmayacağının şuurundaydılar.

O muhteşem kadro, 19'uncu ve 20'nci yüzyıl millî egemenliğe dayanmayan, hukuku öncelemeyen, onlarca bağımsızlık hareketinden ortaya çıkan insani dramlara şahitlik etmişlerdi.

Millî egemenliğe dayanmayan bağımsız hareketlerinin bile zamanla diktatöryal rejimlere savrulduğunu biliyorlardı.

İsteselerdi, dönemin diktatörlerine özenip böyle bir rejim inşa etme şansları da imkanları da vardı.

Ama onlar ancak milletten aldıkları yetkiyi yine millet için kullanmayı tercih ettiler.

İşte Türk Devleti, bu sebeple, işgal altındayken dahi millî egemenlikten ve hukuktan, müzakereden ve istişareden vazgeçmemek, yegane meşruiyet kaynağı olarak milleti görmek ve yalnızca millete dayanmak üzerine bina edildi.

Mustafa Kemal ve arkadaşları çok iyi biliyorlardı ki hakimiyetini kayıtsız şartsız eline almış bir milletin iradesi karşısında hiçbir güç, hiçbir düşman duramazdı.

Bu iradeyi temsil edecek makam da elbette Türkiye Büyük Millet Meclisiydi.

Peki biz ne yaptık?

Maalesef, Atatürk ve arkadaşlarının bu emanetini günümüzde yaşatamadık.

Bir rejim değişikliği ile göstermelik bir TBMM, dostlar alışverişte görsün babından bir demokrasiye yani bir asır öncesine dönüş yaptık.

Haliyle bugün bu bayramı hangi yüzle kutladığımızı da anlayabilmiş değilim.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihsel birikimine tezat oluşturacak biçimde bu ucube rejimin gölgesi altındayken, Meclisimizin yasama gücü bu ucube rejimin tahakkümüne teslim edilmişken, bu çerçevede, yargı bağımsızlığı, fikir ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve diğer tüm özgürlükler ile bilimsel, laik eğitim yerle yeksan edilmişken, biz bugün neyin bayramını kutluyoruz diye sormadan geçemiyorum.

Yine de gerçek manasını bilenlere kutlu olsun!

****

Adamın biri, bisikletle Türkiye’den İran’a geçiyormuş, selesinde kocaman bir torba...

Gümrük görevlisi şüphelenmiş haliyle,

“Aç torbayı” demiş, açmış, kum çıkmış …

İki gün sonra, aynı adam ıslık çala çala gelmiş sınır kapısına, çıkış yapacak, selesinde gene torba…

“Aç” demişler, açmış, gene kum.

İki gün sonra, aynı adam pedal çevire çevire gelmiş sınır kapısına, selede gene torba...

Bu sefer, polis çağırmışlar, narkotikçi gözüyle incelemişler, nafile, bildiğin kum…

Delirecekler..

Bir, üç, beş, hep aynı manzara…

Adam geliyor geze geze, termal kamerayla bakıyorlar, tahlil yapıyorlar, köpeklere koklatıyorlar, uyduyla takip ediyorlar, hikâye…

Hep kum çıkıyor.

Aradan yıllar geçiyor. Gümrük görevlisi çarşıda rastlıyor o adama...

“İçim içimi yiyor” diyor, “Bu saatten sonra bir şey yapamam sana, Allah aşkına söyle, ne kaçırıyordun o torbayla”

Adam cevap veriyor: “Bisiklet!”

Şimdi fıkra anlatma zamanı mı diyeceksiniz? Haklısınız ama maksadım güldürmek eğlendirmek değil, düşündürmek.

Yahu bu kaçak Afganlar, sırtlarında küçük bir çanta ile binlerce kilometre yürüyerek sınırımızdan geçip aramıza katılıyorlar, bunlar ne yiyip ne içiyorlar ve daha önemlisi ne yapıyorlar diye sürekli birbirimize soruyoruz ya, işte o sorunun cevabı bu fıkrada gizli…

Yeniçağ Gazetesi’nden Fatih Ergin yazıyor;

“Taliban Afganistan’ın geçim kaynağı sentetik uyuşturucu metamfetaminin rotasında taşıyıcı olan kaçak Afganlar sırt çantaları ile Türkiye’ye gelip işlerini hallettikten sonra İran’a geçiyorlar ve yeni sırt çantaları ile geri geliyorlar. O çantalarda temiz çamaşır yok tabii.

Ve metamfetamini artık ülkemize taşımakla kalmıyorlar! Uyuşturucu üretiminde dünyanın en iyisi olan Afganlar tarafından metamfetaminin ülkemizde üretimi de yapılıyor.”