Sınav yolsuzlukları ve mülakat ile hak gaspı ülkemizde Nepotizm yani akraba, eş-dost kayırmanın, yakınlarına torpil ve iltimas geçmenin boyutlarını gösteriyor.

Diyeceksiniz ki bu her dönem vardı. Hayır kardeşim. Birincisi bu kadar yoktu. İkincisi diğer iktidarlar dindar(!) değildi. O sebeple haksızlığın dindar geçinenlerden geliyor olması daha da büyük bir sorundur, sorununuzdur, sorunumuzdur.

İslam dininde, aile şirketlerinde neyse de kamusal anlamda büyük bir ayıp ve büyük haramdır.

İslam kamu hukuku açısından nepotizm, İslam dininin ilk yıllarından itibaren üzerinde titizlikle durduğu bir konudur.

Dinimiz ve Peygamberimiz, ehliyet ve liyakate uygun olmayan akrabaların devlet işlerinde görev almasına hiçbir zaman onay vermedi. Emanetin ehline verilmesini emretti.

Hz. Osman döneminde, Muaviye Şam Valisi yapılana kadar da devam etti.

Zaten ne olduysa ondan sonra oldu malumunuz; Hz. Ali ve oğullarının şehadeti ve ardından bitmek bilmeyen karanlık bir devir başladı ve günümüze kadar sirayet etti.

Buradan bakınca Peygamber efendimizin neslinin oğulları değil de kızları üzerinden devam etmiş olması, Yüce Allah’ın bir hikmeti ve hatta nimeti olsa gerek.

Bir de Atatürk’ü bu manada değerlendiriyorum şahsen.

Düşünsenize bugün oğulları ve torunları olsaydı, biz bu seviye ile kim bilir ne tazimlerde bulunurduk?

Gerçi bazı büyük liderler içir oğul/kız fark etmiyor, onların bir kısmı akraba olsun da çamurdan olsun anlayışı ile hareket ediyor günümüzde…

Peki Atatürk’ün hiç mi hısmı akrabası yoktu?

Var elbet, kız kardeşi, manevi kızları ve damatları vardı. Ne bakan oldular ne de başbakan…

Yılmaz Özdil’den okumuştum.

Kız kardeşi, ikinci evliliğini 1935 yılında bir işadamıyla yaptı.

Damadın İstanbul'da fabrikası vardı, evlenir evlenmez müteahhitliğe başladı, dikkat çekici hızla zenginleşiyordu, aynı zamanda milletvekiliydi, İş Bankası yönetimine sızmaya çalışıyordu.

Cumhurbaşkanı'nın kulağına tatsız laflar geliyordu.

Yakın çevresinin kendi forsunu kullanarak menfaat sağlamaya çalışması, en sevmediği davranış biçimiydi.

Babasız büyüdükleri için kız kardeşini ömrü boyunca kanatları altında tutmuştu, en zor şartlarda bile maddi/manevi yanında olmuştu, daima korumuş kollamıştı ama, millete karşı hissettiği sorumluluk duygusu, ailesinin bile önündeydi.

Bir akşam sofradayken maliye bakanını hemen yanındaki sandalyeye oturttu, sohbet sırasında bir ara kulağına eğildi, “ne yapıp yap, bizim enişteye iltimas geçilmesine mani ol, benim namıma iş yaptığı zannedilir, kendisinin öyle niyeti olmasa bile öyle zannedilir” dedi.

Lisanı münasiple “defterini dür” demişti!

Çok geçmeden fabrika kapandı. Eniştenin iflas ettiği duyuldu.

Bir daha asla Çankaya Köşkü'nün kapısından bile giremedi.

Milletvekilliği sona erdi. Harç bitti yapı paydos, boşandılar.

Kız kardeşini milletvekili yapabilirdi mesela, yapmadı.

Baba tarafından akrabaları, amca çocukları İstanbul'da yaşıyordu.

Kuzenlerini çok severdi, onca işinin arasında asla ihmal etmez, hepsiyle yakından ilgilenirdi, herhangi bir ihtiyaçları olursa, kendi cebinden yardımcı olurdu, nişanlarını yaptırdı, düğünlerini yaptırdı.

Hiçbirini milletvekili yapmadı!

Akrabaları da O'na yaraşır bir hayat sürdüler ne devletten koltuk istediler ne menfaat talep ettiler, ne de şöhret olmaya çalıştılar.

Son derece mütevazı, sıradan yurttaşlar olarak yaşadılar.

Manevi çocuklarını milletvekili yapmadı. Hatta “siyasete girmeyeceksiniz” diye vasiyeti vardı.

Rahmetli olduktan sonra, tüm partilerden manevi çocuklarına teklif üstüne teklif götürüldü, CHP dahil, her defasında “hayır” cevabı aldılar.

Manevi kızı evlendi, damat mühendisti, İzmit kağıt fabrikasında çalışıyordu.

Bir gün, kızının da bulunduğu ortamda, fabrikanın müdürüyle karşılaştılar, gayet açık şekilde tembih etti, “bunlar benim evlatlarımdır, lakin iş neyi icab ediyorsa, her zaman öyle davranınız, sakın benim evlatlarımdır diye düşünmeyiniz” dedi.

Ayrıcalık tanınmasına izin vermedi.

Bir akşamüstü, Çankaya Köşkü'nün penceresinden bakarken, manevi kızının otomobile binip gittiğini gördü. Yaverini çağırdı. “Derhal peşinden gidip buraya getirin” dedi. Getirdiler. Karşısına aldı… “Sen benim kızımsın ama, bu arabalar babanızın malı değildir, millete aittir, her aklına esen buradan araba alıp gidemez” diye azarladı.

Erkek kardeşi yoktu. Ama, kardeşten öte arkadaşı vardı, Nuri. Çocukluk arkadaşı, mahalle, okul, silah arkadaşıydı. Annesi ve eşinden başka “Kemal” diye hitap edebilen tek kişiydi.

Can yoldaşıydı, sırdaşıydı. Nuri'siz sofraya oturmazdı. Sadece Nuri'nin nazını çekerdi.

Sadece Nuri'nin sesini yükseltme imtiyazı vardı, zaten davudiydi, gümbür gümbür bağırırdı, çok kafası bozulduğunda masaya yumruğunu vura vura konuşurdu.

Hareket ordusu, Trablusgarp, Çanakkale, Muş cephesi, Kurtuluş Savaşı… O nerede, Nuri oradaydı. Cephede göğsüne şarapnel parçası isabet ettiğinde bile hemen yanındaydı, kan lekesini görünce “vuruldun Kemal” diye telaşlanan bile Nuri'ydi.

Paşa olabilirdi. Bakan olabilirdi. Başbakan olabilirdi. Tbmm başkanı olabilirdi. İstemedi. Teklif bile etmedi. Arkadaş kalmayı tercih etti. Arkadaşlığını asla suistimal etmedi.

Bugün, koskoca devletin damatlarla eniştelerle, kayınpederle dünürle yönetilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hatırlamamız için bir vesile.

Akraba-i taallukat zihniyetinin, demokrasiye ne kadar ters ne kadar zararlı olduğunu bir kez daha görmemiz için vesile.

Koskoca devletin damatlarla eniştelerle, kayınpederle dünürle yönetilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hatırlamak bizden, uyup uymaması, uyuyup uyanması ve kıyaslaması sizden…