Yıldönümü yaklaşmakta olan 28 Şubat sürecini dibine kadar yaşamış bir insan olarak, ardından gelip referansı İslam olduğu iddiası taşıyan bir iktidar döneminde böyle bir başlık atacağım ve buna ihtiyaç duyacağım aklıma bile gelmezdi.

Ne diyeyim; Kader utansın!

İslam dini, kendini son ilâhî ve hak din olarak tanıtmakla ve İslam dışındaki din ve inanışları batıl olarak nitelendirmekle birlikte, diğer din ve inanışların varlığını da vakıa olarak kabul eder.

Onların yeryüzünden silinip kazınması ve sadece İslam’ın tek din olarak kalması gibi bir iddiayı da taşımaz.

Kuran’da, “Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara zor mu kullanacaksın?” buyurulmuş, hak ve hakikatin gösterildiğini, bundan böyle dileyenin iman etmeyi, dileyenin de sonuçlarına ve sorumlu­luğuna katlanması kaydıyla küfrü tercih edebileceği uyarısı yapılmıştır.

Buradan anlıyor ve iman ediyoruz ki; Dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman teşkil eder.

Kuran’da yer alan, “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl tamamen bir­birinden ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır” mealindeki ayet de bunu vurgular.

Gerek Kuran’ın anılan ve benzeri ifadeleri, gerekse peygamber efendimizin başta Ehl-i Kitap olmak üzere diğer din mensuplarına karşı gösterdiği müsamaha ve bu konudaki ısrarlı telkin ve tavsiyeleri, hem Müslümanların kendi dinleri hakkında özgüvene sahip olmasının hem de tarih boyunca diğer din mensuplarına karşı hak ve ada­letle, merhamet ve hoşgörü ile davranmasının temel amilini teşkil etmiştir.
İlk dönemlerde İslam’ın tebliğ ve yayılışına engel olan müşriklere ve de­ğişik din mensuplarına karşı kararlı ve tavizsiz bir politikanın izlenmesi, dinden dönenlere karşı sert yaptırımların uygulanması, bir yönüyle dinlerin kuruluş dönemlerinde alınması gerekli önlemler, bir yönüyle de yarımadada siyasal birliğin kurulabilmesi için zorunlu idari ve siyasi tedbirler olarak görülmelidir.

O döneme has inen ayetler ve cihat tanımlamasıyla yapılan uygulamalar, insanlara din ve vicdan hürriyeti tanınmadığı şeklinde değil de, o dönemde irtidat hareketinin siyasal isyana ve kamu düzeni ihlaline dönüş­müş olmasıyla ve yeni kurulan siyasal birliğin korunması zaruretiyle açık­lanmalıdır.

İslam’ın “cihat” ilke ve emri de din ve vicdan hürriyetini tanı­mayan ve kısıtlayan bir prensip veya İslamiyet’i zor kullanarak benimsetme ameliyesi değil, Tanrı’nın birliğini ifade eden kelime-i tevhidi yayma, dinin varlığının kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kal­dırılması çabasıdır.

Diğer bir anlatımla, bütün insanlığa ilâhi mesajı ulaş­tırma, onların da hak ve hakikatle tanışmasına imkân hazırlama gayretidir.

İslami öğretide de küfür tek başına savaş sebebi sayılmamış, aksine savaşın meşruiyeti için İslam’a ve Müslümanlara karşı hasmane ilişkiler ve fiili teca­vüz ölçü alınmıştır.

İslam’ın Müslüman olmayanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetinin içe­rik ve sınırlarını tanımada, tarih boyunca Gayri Müslimlerin Müslüman top­lumlarda sahip oldukları hak ve özgürlükleri izlemek kâfidir.

Hz. Pey­gam­ber ve 4 halife döneminden itibaren Gayri Müslim tebaa ile yapılan vatandaşlık ve bağlılık anlaşmalarında onlara din ve vic­dan hürriyetinin tanındığı, dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebile­cekleri açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Gayri Müslimlere kendi inançlarını koruma, mabetlerini yapma ve dinlerine göre ibadet etme, dinlerine göre davranma, çocuklarına din eğitimi verme, dini cemaat oluşturma, hukuki muhtariyet gibi bir dizi hak ve hürriyet tanınmış, sadece kamu düze­nini ilgilendiren alanlarda herkes gibi onların da devletin ortak ilke ve ku­rallarına tâbi olması istenmiştir.

Osmanlı toplumunda Gayri Müslimlerin statüsü ve sahip oldukları haklar bu müsamaha ve anlayışın güzel bir örne­ğidir.

Böyle olduğu için de tarih boyunca çeşitli İslam ülkelerinde Gayri Müslim azınlıklar varlıklarını, din ve kültürlerini daima koruyabilmişlerdir.

Günümüz hukuk sistemlerinde de din ve vicdan hürriyetinin tanınması ve korunması, temel insan hak ve hürriyetlerinden biri kabul edilir. Laiklik ilkesi âdeta bu hürriyetin teminatı olarak gösterilir ve bu ilke sayesinde din ve devlet arasında belli bir uyumun sağlandığı var sayılır.

Öte yandan din ve vicdan hürriyetini kısıtlamaya yönelik müdahaleler reaksiyoner akımları, özgürlük karşıtı baskıcı anlayışları, dinin yüce değer­lerinin çeşitli kesimlerce istismar edilmesini de güçlendirmektedir.

Bu sebeple hukuk düzeninin dinin gereğinin ne olduğunu belirle­meye kalkışmayıp sağlıklı bir din eğitim ve öğretiminin yapılmasına imkân hazırlayıcı, özgürlükler arası dengeyi sağlayıcı bir rol üstlenmesi, kamu yöneticilerinin insan hak ve özgürlüklerine saygılı olup din ve ibadet hürri­yetini belirleyici değil koruyucu bir tavır sergilemesi, insanların karşılıklı güven ve hoşgörü ortamında yaşamaya alıştırılması modern devletlerin ana hedefi olmalıdır…

Laiklik önemlidir, laiklik din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır.

Ha, bugüne kadar böyle olmadı mı?

Bu sizlerin laikliği ortadan kaldırma gerekçeniz olamaz.

Meğer ki referansı din olan bir iktidar olduğunuzu iddia ediyor ve Allah’tan korkuyorsanız; Size düşen insan haklarını, din ve vicdan hürriyetini teminat altına almaktır