Yaklaşık 20 gündür il dışındaydım. Bulunduğum ortam gereği bol bol belgesel seyrettim.

Sair ülkeleri, doğalarını, coğrafyalarını, yönetim biçimlerini, ekonomilerini ama en çok da insanlıklarını adeta ezberlerdim. Gıpta ettim, hasedimden çatladım…

İz bakmayın ‘Dünya bizi kıskanıyor’ palavralarına…

Ona ancak dünyayı görmeyenler, izlemeyenler ve dünyayı kendi köyünden ibaret sananlar inanırlar. Nitekim inanıyorlar da…

İzledikçe gezmiş görmüş gibi oldum, Norveç, İzlanda, Yeni Zelanda, Portekiz, İsveç ve daha bir sürü ülke ile ülkemi kıyas fırsatı buldum. Gördüm ki medeni ülkelerde durum bizden çok farklı.

“Temizlik imandandır” diyen İslam ile alakaları yok ama temizlik konusunda bizden çok imanlılar…

Allah’tan başkasına tapınmayı, önünde eğilmeyi, bir insana yaranmayı ve ona yalakalık etmeyi şirk kabul eden dinimizle alakasızlar ama oralarda ‘lidere sadakat şerefimizdir’ türü ahmaklıklar, önünde iki büklüm durmalar yok.

Sanki peygamber efendimizden öğrenmişler gibi yalan, sahtecilik, lüks, şatafat, israf, gösteriş, kibir nedir bilmiyorlar.

O kadar mütevazılar ki...

Hatta öyle ki biraz masraflı, biraz şatafatlı ise bir şey, oradaki yöneticiler utanıyorlar bile.

Bu ülkelerde yüzlerce koruma ile gidip gelmiyor hiçbir devlet yöneticisi…

Oralarda insanları diledikleri gibi itip kakamıyor kimse...

Gösteriş yok, devlet gücüyle hava atmak yok…

Kralı, kraliçesi de, cumhurbaşkanı, başbakanı da kendini asla devlet gibi görmüyor.

Ve yöneticiler kendilerine en iyi yalakalık yapanları değil, ülkesine en yararlı işleri yapanları el üstünde tutuyor.

Bakıyorum da çok geride kalmışız, çok…

Abarttığımı düşünenler varsa facede dönüp dolaşan resimlere bir baksınlar. Kuyrukta bekleyen yöneticileri, tek bir koruma ile dolaşan devlet başkanlarını, halkın arasında şort tişört alışveriş yapan bakanları görsünler.

En çok ilgimi çeken ve kıyasladıkça canımı yakanlardan bir tanesi de  prenses seviyesindeki bir kişinin elinde poşet, gezdirdiği köpeğin kakasını yapmasını beklemesi ki poşette koyup çöpe atabilsin.

Vallahi bizde örneğin bir devlet adamının kızı ve köpeği tuvalet gezisine çıksın, en az 10 tane koruma eşlik eder ve her biri, köpek bir an önce yapsa da bokunu temizleme şerefi bana nail olsa diye dört gözle bekler.

Eee Müslümanız ya!!!

Face deyince notlarımın arasına aldığım bir paylaşım daha var, konuyla direk alakalı.

Türkiye’nin de bir zamanlar hayli medeni bir ülke olduğunu gösteren bir anekdot…

Yaşı gereği Türkiye’yi hep böyle zannedenler için özellikle paylaşmak isterim. Ki sonradan bozulduğumuzu bilsinler…

Sene 1942.. Babam, başbakan. Aynı zamanda, Fenerbahçe Başkanı.

Ankara’dayız. Fenerbahçe’nin maçı var. Kardeşim ve dayımla birlikte maça gitmek istiyoruz. Ama havamız olsun diye, bizi babamın götürmesini istiyoruz.

Babamdan çekindiğimiz için söyleyemiyoruz, anneme söylüyoruz. Annem, babama aktarıyor, “çocukları maça götür” diyor. Babam, “peki” diyor.

Hep birlikte başbakanlık makam aracına biniyoruz, stada geliyoruz. Şeref tribününe oturup, sahayı en güzel yerden seyredeceğimizi düşünürken babam şoföre sesleniyor, “Şurada dur” diyor. Cüzdanından para çıkarıyor, dayıma veriyor “Haydi bakalım çocuklar, gişenin önüne geldik, gidin biletinizi alın” diyor!.”

Oğlu anlatıyor bunu..

Şükrü Saracoğlu’nun oğlu Yılmaz Saracoğlu…

Başbakan, Fenerbahçe Başkanı..

“Avanta almayacaksın” diyor..

Alt tarafı bilet..

Evladına bile ayarlamıyor..

“Her ne almak istiyorsan, mutlaka parasını ödeyeceksin” diyor…

“Suistimalin büyüğü küçüğü olmaz” diyor..

Ve seneler geçiyor..

Başbakanlar değişiyor… Fenerbahçe başkanları değişiyor..

Kadıköy’de maç var. Sonradan Fenerbahçe başkanlığı koltuğuna oturacak olan Faruk Ilgaz, stada girmek üzere geliyor. O sırada gözü takılıyor, bilet kuyruğunda bekleyen, yaşı hayli ilerlemiş, bastonlu bir beyefendi görüyor.

Dikkatlice bakıyor, o da ne ? Bilet kuyruğunda bekleyen beyefendi, Şükrü Saracoğlu!..

Çünkü, seneler geçiyor ama, evladına bile avanta vermeyen başbakanın, zihniyeti aynı kalıyor.

Dediğim gibi gençler biz sonradan bozulduk. Çok da eski değil bozulmamız, şunun şurasında 13-14 yıl önce, makam otosunu kırmızı ışıkta durduran, köşkün korumalarını atlatıp karısı ile market alışverişine giden, oğlunun düğününe yakın akrabaları dışında hiç kimseyi davet etmeyip, biriler gibi takı zengini olmayan, kaldı ki düğün boyunca yakılan elektrikten, yapılan yemeklere kadar cebinden ödeyen bir Cumhurbaşkanımız vardı.

Ama pardon, o solcu falandı galiba, geçin gitsin…

Ne yapacaksınız öyle dinsiz donsuz solcuları değil mi!!!?