Viktor Hugo (1802-1885) Fransız Burjuva Devrimi (1789) sonrasında, Fransa Cumhuriyeti’n karşı-devrimle yenilgi uğratıldığı bir dönemde doğmuş, sanayi kapitalizminin doğuşunun en acımasız dönemlerine (1830-1848) tanıklık etmiş, Paris Komünü (1871) zamanlarında ise barikatlarda yükselen devrimci halkın iradesine katılmış önemli bir yazardır. Onu çoğunlukla Sefiller (1862) romanıyla tanırız. Bu roman sanayi devrimi sürecinin Fransa’sında, ilkel (kapitalist) birikim süreci boyunca yaşanılan sefaleti, hastalıkları, salgınları, yoksullukları, yıkımları, umutsuzlukları anlatır. Bu anlatı, o kadar evrensel bir nitelik taşımaktadır ki 150 yılı aşkın süredir tüm dünyada sürekli yeniden keşfedilir. Sefiller’den hareketle onlarca film, tiyatro ve müzikale sahnelenmiştir, sahnelenmektedir. Bunlardan en ünlülerinden biri, yaklaşık 50 yıldır sürmekte olan, haftada 3 gün Londra’da kapalı gişe oynayan bir müzikaldir: Les Misérables. Öyle ki birçok batı dilinde Sefiller özgün dilindeki gibi, Fransızca kullanılır. Turistler, bu kapalı gişe müzikal için aylar öncesinden seyahat acentalarına müzikalin biletinin teminini yapıp yapmadıklarını sorarlar.

Belki şimdi soruyorsunuz, eee bize ne bundan? Sefiller’le Webo arasında ne ilişki var? Sefiller’in konusu ırkçılık değilse, neden bize bunu hatırlatıyorsun? Şimdi bu soruları yanıtlamak istiyorum.

Romanda Jean Valjean denilen bir baş karakter vardır. Yoksulluk nedeniye ekmek çalmak zorunda kalmış ama yakalanarak 19 yıl taş kırma cezasına çarptırılmış. Jean Valjean aslında gerçek bir karakterdir ve yaşanmış bir hikayeden esinlenilerek yazılmıştır. Valjean hapisten salındıktan sonra yeniden yaşama başlamak ister ama bu mümkün değildir, çünkü dünyanın ortasında yapayalnızdır. Bunun üzerine tekrar açlıkla sınav olduğunda, ilk bildiği şeyi yapar: çalar. Yine yakalanır, ama bu kez şansı yaver gider, yoksullara merhametli papaz onu ihbar etmez, hatta yaşama katılması için ödüllendirir. Valjean hoyrat hayatın yarattığı acımasız dünyada aldığı bu küçük armağanla kendisine hem yeni bir kimlik (Madalaine) hem de iş edinir. İşe en çok ihtiyaç sahibi olanları alır, onları her anlamda korur, yetmezmiş gibi güçlenen sermayesini yoksulların kendilerini yoksulluktan ve yoksunluktan kurtarılması için çömertce harcar... Fakat peşini geçmişin karanlık günleri bırakmaz ve peşine polis şefi Javert takılır, Valjean’ın gerçek kimliğini gizleyen eski bir mahkum olduğu ortaya çıkmaya başlar. Bu tam olarak bir kovalamaca hikayesini yeniden başlatır. Valjean kız evlatlığını (Cossette) alarak Paris’e kaçar... Paris ise işçilerin, sefalet içinde olanların, çapulcuların Haziran Ayaklanması’na (1832) hazırlanıyordur. Valjean bu toplumsal olaya kördür, hatta kızının bu yeni sürece kapılmamasını arzulamaktadır ama kızı, devrimci bir gence (Marius) aşık olur. Bu, işleri iyice zorlaştırır, kaçak hayatı birkaç kat daha karmaşıklaşır... Sonuçta devrim bastırılır, Paris yanar, Valjean’ının izini süren polis şefi Javert Valjean’ın her şeye rağmen yaşama arzusu ve iyilik tutkusu ile büyük bir depresyona girer ve intihar eder...

Roman kısaca yaşamda mücadelenin önemini ve her şeye rağmen iyiliğin, “hiçbir şey olmasa da bir şeylerin olması”na yol açabileceğini gösterir. Valjean’ın tutkusu alt sınıfların, yoksulların, ezilenlerin dayanışma ruhudur, güçsüzlüğüdür ve başkaldırısıdır. Ben tam da bu gerekçe ile Başakşehir Spor’dan Webo ve Dembaba’nın Paris Saint Germain (PSG) maçında 4. hakemin ırkçı tutumu karşısında kenetlenmesini ve ardından Mbappe ve Neymar’ın sonuna kadar Webo ve Dembaba’nın arkasında olduğunu göstermesi Jean Valjean’ın hayaletinin, cesaretinin, kararlılığının tezahürü olarak gördüm. Anında Afrika kökenli bu futbolcular rakip olmalarını önemsizleştirecek, aralarındaki yeteneklerini ve milyon dolarlık bonservis farklarını anlamsızlaştıracak dayanışmaya imza atmıştır. Ne mutlu insanlığımızın onurlu tarihini hatırlatan bu insanlara... Ayrıca Başakşehir Spor’un yöneticilerinin dik duruşunu ve buna karşın TFF Başkanı Nihat Özdemir’in ortaya karışık tutumunu anlayamadığımı da belirteyim...

Aslında tablo çok net. Irkçılık emperyalist devletlerin uluslararası pazarda üstünlük elde etmek için geliştirdikleri, 17. yy.’da büyük atılım gösteren bir emekgücü transferi piyasasıdır. Kapitalizm bu türden unsurlarla büyük dönüşümler/atılımlar yaşamıştır. Yani kapitalizm emekgücünü bedelsiz olarak ister, ücretli kölelik düzeni denilen kapitalizmde istenmeyen kölelik değildir, ücretlerdir, bu yüzden ücretler hep, güçlü sınıf hareketleri olmadıkça reeel olarak erir... Bu düzen sadece Afrikalıları, Hindistanlıları, Bangladeslileri derilerinin renklerinden dolayı köleleştirmez aynı zamanda Uzak doğuluları gözlerinin biçiminden dolayı köleleştirir... Hatta sadece köleleştirmekle kalmaz, kölelerin isyanını bastırmak için beyaz insanı da bir yığın önyargı ve kibir ile donatır. Bu da sömürgeciliğin gerçek dinamiklerinin saklanmasına yol açar. Maalesef bugün de köleci düzenin etkileri sürmektedir. Bu konuda örneğin Amerika’nın sicilinin geçerli not alamadığı herkesin malumu, ama o orada yalnız değil; şeriatçı Suudi Arabistan ve birçok Arap ülkesinin kral saraylarında halen çoğunlukla Filipinli ve Bangladeşli köleler çalışıyor. Bir başka minvalde bütçe fazlası vermekle övünen/övülen Çin, etnik unsurlarını “yeni köleleik düzeni” ile üretime koşmaktadır. Irkçılığın zehiri belki de en çok Avrupa’da, “sıfır tolerans” politikaları ile karşılanmaktadır. Fakat onlar da son 10 yılda göçmen akını nedeniyle giderek “sıfır tolerans” politikasından uzaklaşmaktalar.

Toparlayacak olursam Jean Veljean ve Webo, Dembaba, Mhappe ve Neymar insanlık onurudur. Her türlü sefalete, yıkıma, yoksulluğa, aşağılanmaya rağmen hem en iyi oyuncular olarak sahneyi doldurmaktalar hem de kararlı tutum geliştirerek ırkçılığı durdurmaya çalışmaktadırlar... Bu da tüm baskıya, haksızlığa rağmen insan kalabilmekle mümkündür. Diğerlerine diyeceğim bir şey yok, belli ki insanlık değil, tek bildikleri kendilerinin geleceğini düşünmek... Eyvallah, size de iki gözüm... Bu devran böyle sürmez amma...