Kimine göre sıradan bir gün, hani şu belirli günler ve haftalar namıyla matuf günlerden biri 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü…

Samimiyetinden asla şüphe etmediğimiz kişi ve gruplar müstesna çoğu için adet yerini bulsun babından kutlamalar, daha acısı da çoğunun cenazemize katılan katilin/katillerin taziye sunması misali bayağı, ikiyüzlü davranarak kutlamak zorunda kaldıkları günlerden biri…

Neyse ki bize de ‘Çalışamayan Gazetecileri’ anmak, hatırlatmak ve kamuoyuna duyurmak bakımından bir fırsat…

Evet, bu ülkede çalışamayan, çalıştırılmayan, dahası hapse tıkılan gazeteciler, sırf muhalif diye kapatılan gazeteler var.

Ama bakın buna sebep olanların bugün yarın yine gazetelerde çıkacak demeçlerine her biri demokrasi ve özgürlük havarisi sanki…

Dedik ya 10 Ocak aynı zamanda ikiyüzlülüğün önemli bir göstergesi…

Bu anlamlı gün 60 yıldır kutlanıyor.

Çünkü 4 Ocak 1961’de basın çalışanlarının bazı haklarına yasal güvence getiren 212 sayılı kanun çıktı ve 10 Ocak’ta Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Bir süre (1961-1971 arası) “Çalışan gazeteciler bayramı” adıyla kutlandı.

1971 yılındaki askeri müdahaleden sonra ülkede gazetecilerin bazı haklarının geri alınması üzerine kutlama gününün adı “10 Ocak Çalışan gazeteciler günü” olarak değiştirildi.

212 Sayılı Yasa, iş sözleşmelerinin yazılı olarak yapılması, sözleşmelere işin türü ve ücret miktarının yazılması gibi gazetecilerin sosyal ve yasal haklarını belirleyen hükümleri içeriyordu.

Bu yasa patronların pek hoşuna gitmedi. 9 patron ortak bir bildiriyle gazetelerini 3 gün kapatma kararı aldılar,

Gazeteciler de, bu üç günlük boykotu boykot edip “Basın” adlı bir gazete yayımladılar.

Çalışan Gazeteciler Günü, bu olayın bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Dedik ya ‘gün’ kutlamak adetten ya yapılanlar?

Türkiye basın özgürlüğüne yönelik uyguladığı baskılarla tüm dünyada kötü şöhretini korumayı sürdürüyor.

Gazetecileri Koruma Komitesi'ne göre Türkiye en çok sayıda gazetecinin tutuklu olduğu ülke.

Tüm dünyada mesleklerini yaptıkları için tutuklu bulunan gazeteciler, basın çalışanları ve yöneticilerinin üçte biri Türkiye'deki cezaevlerinde bulunuyor.

Büyük çoğunluğu aylardır tutuklu bulundukları cezaevlerinde yargılanmalarının başlamasını bekliyor.

Özellikle 20 Temmuz 2016’da, sözde darbe sonrası olağanüstü hal ilan edilmesinin ardından basın özgürlüğüne yönelik baskılar ciddi bir şekilde arttı.

Baskılar farklı basın kollarından farklı görüşlere sahip muhalif gazetecileri etkiledi.

2016 yılında Türkiye, dünyada en fazla gazetecinin cezaevinde olduğu ülke konumuna geldi ve bugün bu pozisyonunu hala korumaktadır.

Bugün OHAL’in sona ermesine rağmen 150’den fazla basın çalışanı hala cezaevinde…

Cezai soruşturma, kovuşturma ve tutuklu yargılanma tehdidi, medya üzerinde ürkütücü bir etki yarattı. Artık Türkiye’de alternatif ve muhalif görüşler sunan yalnızca birkaç küçük medya organı kaldı.

Bu ülkede gazetecilik suç haline geldi, getirildi…

Öyle ki tüm dünyadaki tutuklu gazetecilerin üçte biri Türkiye cezaevlerinde

170’den fazla medya organı kapatıldı.

Yetmedi ‘havuz medyası’ oluşturularak medya tekelleştirildi ve buna direnen yüzlerce basın emekçisi de işsiz kaldı.

Oysa gazetecilik bir kamu görevidir.

Halkın demokratik toplumda tartışma ortamına katkı sağlayan her konuda doğru, güvenilir bilgiye erişim hakkını sağlaması ancak bağımsız medya ve bağımsız gazetecilerle mümkündür.

Demokrasinin yeşermesi için haberin özgürce dolaşabildiği bir ülke olması gereken Türkiye, korku ikliminde yaşamayı hak etmiyor.

Hapse tıkmadıkları gazetecilere de, iktidarın hoşuna gitmeyen haber ve yorumları sebebiyle rekor para cezaları veriliyor.

Şimdi bırakın nutuk atmayı ve timsah gözyaşlarını; Haber sizin hakkınızdır. Ekmek gibi su gibi…

Burada mesele sadece gazetecilerin ekmeğinin elinden alınması değil, sizlerin haklarınızın elinizden alınması ve en demokratik haklarınızı dahi kullanamıyor olmanızdır bütün mesele…

MURAT AĞIREL’DEN DURUM TESPİTİ
Murat Ağırel, yolsuzların üzerine en çok giden haliyle ne zaman tutuklanacak diye uykularımızın kaçtığı namusla gazetecilerden bir tanesi…

İşe gitmeden önce mutat olarak adliye koridorlarına uğrayanlardan…

Bir savunmasını paylaşacağım ki savunmadan ziyade bir durum tespiti olduğu için;

“Sokrates; ‘adaletten yoksun bir devlet kendi adaletsizliği tarafından yıkılır’ der.

Platon; “adil bir mahkeme, devlet binasının en sağlam direğidir” der.

Peygamber efendimiz Hz. Muhammed; “Bir ülke küfürle ayakta kalabilir fakat adaletsizlikle, zulümle ayakta duramaz. Adalet ülkenin temelidir. Bir saat adalete hüküm vermek altmış yıl ibadetten daha değerlidir” der.

Bütün sonraki modern yasalar bu ilkeyi gözeterek kaleme alınmışlardır.

Adalet duygusu zedelenmiş hiçbir devlet, hükümet ve toplumsal yapı ayakta kalamamıştır. Tarihsel kayıtlar, zalimlikleri ayyuka çıkmış iktidarların, adalet duygusunun zedelenmesi sonucunda yıkılıp gitmesiyle doludur.

İbn Haldun adaleti, şahsi bir erdem olmaktan çıkarmış, iktidarların mutlaka gözetmesi gereken en yüksek prensip haline getirmiştir. Çünkü herhangi birinin adaletsizliği kolaylıkla düzeltilebilir fakat iktidarların ve onların yönetimi altında hareket eden mahkemelerin adaletsizliği kolay kolay düzeltilemez.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, adaleti bağımsızlık ile eşdeğer görmüştür.

Bugün Türk Ulusunun yüzde 68’i yasaların herkese eşit, tarafsız ve adil uygulandığına inanmıyor. Yani yurttaşlarımızın ezici çoğunluğu Anayasamızdaki “herkes” tanımlamasının kendisini kapsamadığını düşünüyor. Yargıya güvenmiyor, yargının eşit ve bağımsız olmadığını düşünüyor.

Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde bu yıl 180 ülke arasında 154'üncü sırada yer aldı. Ülke olarak Basın ve İfade özgürlüğünde geldiğimiz nokta budur. Sebebi bir tweetten yahut yaptığı bir haberden dolayı 6 aydır haksız yere tutulan gazetecilerdir.

Adalete, hukuka duyulan güvenin sarsılmasının ve azalmasının tek sorumlusu adaleti temsil eden kurum ve kişilerdir. Hukuk ve adaleti iktidarın emrine verenler, onları güçlü olanın hizmet aracı olarak görenler; siyaseti, adaletsizliği ve korkuyu mahkeme salonlarına sokanlar, hukuka ve adalete olan güveni ortadan kaldırmışlardır.

Siyasal iktidarın kin ve öfke seli, mahkeme salonlarında sağduyuyu yok etmiş, vicdanları yaralamıştır.

Böylece adalet duygusu kaybolmuş, yerini güdümlü hukuk, peşin yargı ve siyasal kine bırakmıştır.

Siyasi kinle hareket eden, adalet duygusunu yitiren yargı mensuplarının ülkemize neler yaşattıklarını ve onların neler yaşadıklarını hatırlayalım! İnsanın en önemli özelliğinin akla başvurmak olduğunu söylemiştik, fakat aynı zamanda insanın en akıl almaz özelliklerinden biri de yaşananlardan ders çıkarmaması ve unutmasıdır.

Tarih eninde sonunda adaletin yerini bulmasını sağlar. Ben, adaletin eninde sonunda yerini bulacağından eminim, fakat suçsuz yere beni mahkum ettirmek isteyenler de hakettikleri cezayı bulacaklardır.

Pascal’ın da dediği gibi; “Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kıldığımız” dönemleri yaşıyoruz yeniden. Ders almıyoruz, çünkü FETÖ kumpas davalarında araçsallaştırılan adaletin nasıl aciz kaldığını, buna karşın adaleti olmayan iktidarın da nasıl zalim olabileceğini gördük. Adaleti olmayan erkin nasıl güdümlü bir yapıya dönüştüğünü ve tüm yargı organlarının nasıl töhmet altında kaldığını gördük. 15 Temmuz hain darbe girişimi öncesi ve sonrası yapılan FETÖ/PDY operasyonları neticesinde 3908 hâkim ve savcı meslekten atıldı. Bu rakam dahi şu ana kadar anlatmaya çalıştığım durumun özetidir. Artık bundan daha kötüsü olamaz dediğimiz anda daha kötü bir durum ve olayla karşılaşıyoruz.

Akıllanmıyoruz, düşünmüyoruz, ders çıkarmıyoruz. Dün yargıda örgütlenen FETÖ’den bahsediyorduk. Bugün adaletten, yargının bağımsızlığından, hukukun üstünlüğünden bahsetmemiz gerekirken, oturmuş FETÖ’nün boşalttığı yere METÖ mü geldi, PETÖ mü geldi diye tahminler yürütüyoruz. Yarın daha başka bir yapıdan bahsedeceğiz. Yargı bağımsız, adil ve cesur olmadıkça yargıyı ele geçirmek isteyen siyasi güçlerin desteklediği yapılar ve bu yapıların emir eri olmuş savcı ve hâkimlerden bahsetmeye devam edeceğiz.

O günkü davalarda da masumiyet karinesi yok sayılıyordu. Bugün de yok sayılıyor. O gün de tutuklamalardan önce gazetelerde hedef gösterilip linç ediliyorduk bugün de. O gün iddianameler teknelerde, kapalı kapılar ardında hazırlanıyordu, ugün de yalılarda hazırlandığı konusunda bir algı var. O gün gazeteler iddianame yazıyor, TV kanallarında yargılama yapıyor, köşe yazarları hüküm veriyordu bugün de böyle bir algı var. O gün de mahkemelerde savcılar, yargıçlar bizi dinlemiyor, dilekçelerimizi okumuyordu bugün de bizleri dinlemiyor ve dilekçelerimiz okunmuyor. O gün de kararlar kes kopyala yapıştır şeklinde veriliyordu bugün de böyle bir algı var.

Modern hukuk siteminde herhangi birine suç isnat edildiğinde, suçu kanıtlamak yargının görevidir. Yurttaşa “ sen suçsuz olduğunu kanıtla” diyemezsiniz. Denirse, bu, temel hukuk kurallarına aykırı olduğu gibi altına imza koyduğumuz uluslararası antlaşmalara da ters düşer.

Hakkımdaki suçlama bütünüyle yanlış, delilsiz, mesnetsiz bir suçlama ve niyettir. Bu nedenden dolayı iddianameye “Niyetname” demiştim. İddianameler, niyet metinleri olmamalıdır.

Savcılık makamı hakkaniyeti ve doğruluğu prensip edinmelidir. Ayrıca yasa gereği sadece aleyhime olan değil, lehime olan delilleri de toplamak zorundadır. İddia makamı iddianamesinde, bir Cumhuriyetin Savcısı gibi davranmamıştır.

Mahkeme heyetiniz 24 Haziran’da tutukluluğumun devamına karar verdi. Gerekçe olarak da tanık beyanları, delillerin karartılma ihtimali, kaçma şüphesi belirtildi. Mahkemenizin değerli heyetine soruyorum. Benim hakkımda; paylaştığım tweet mesajı dışında var olan ve bizlerin bilmediği deliller nelerdir. Tek delil tweet mesajı ise ben bunu da kabul etmişken neyi nasıl karartacağım. Hakkımdaki tanık kimdir? Biz bu tanığı neden görmedik, dinlemedik.

Sabit ev ve iş adresi bulunan, iki defa kendi iradesi ile ifade vermeye gelen, tutuklanacağını bile bile duruşmaya giden ben. Siz hangi kaçma şüphesinden bahsediyorsunuz?

Adaletin tecelli etmesini sinsi ve hain planlarla engellemek gibi bir insanlık suçuna, hep birlikte karşı çıkmaz isek; Cumhuriyet’in taşıyıcı kolonu olan hukukun ve yargının bağımsızlığının yok olmasının toplum olarak ister istemez ortağı oluruz. Böyle ortamlarda suskunluk da bir suçtur.

Korkuyu örgütleyenler, baskıyı şiddeti, hukuksuzluğu, yargıyı enstrüman olarak kullananlara karşı mücadelemiz dün olduğu gibi bugün de devam edecektir. Ant olsun ki bu karanlıkları ve bu tutsaklıkları yeneceğiz.
Büyük İskender’in gururla dolaştığı zamanlarda nasıl ki ünlü filozof Diyojen, gündüz vakti elinde fenerle “adam arıyorum adam” demişse bugün ben de gündüz vakti bu salonda elinde fener adalet arıyorum.
Ve inanıyorum ki bir gün Türk Hukuku konuşulurken; “Berlin’de hakimler var” özdeyişinden değil Çağlayandaki yargıçların adaletinden bahsedeceğim…"

GAZETECİDEN HUKUK DERSİ, ANLAYANLARA!

Günün önemine binaen bir de Barış Pehlivan’ın ‘MİT Mensuplarını İfşa’ suçundan tahliye edildiği gün yaptığı savunmasın özetini vereyim. Yine durum tespiti bakımından önemli;

“Sayın Başkan, Sayın Üyeler;

Biliyorum, hakkımda karar vereceksiniz. Beni doğrudan ilgilendirse de affedin ama merak etmiyorum. Hatta sonucu yine beni ilgilendirse de önemsemiyorum.

Çünkü seçilmiş sanıklar için yaratılmış böyle davaların bir özelliği var. Daha soruşturma bile açılmadan hakkınızda hüküm veriyorlar. Gözaltına bile alınmadan cezanız kesiliyor. Savcılar iddianame hazırlamak için gösterecekleri çabayı yandaşlarına evrak sızdırmaya harcadıkları için, duruşmaya çıkmadan iddia tüketiliyor. Haberlerin savcı bilgisayarında mı yoksa iddianamelerin bazı gazetelerde mi yazıldığını bilmediğimiz bu davada, özür dilerim ama hüküm anına bir şey bırakmadılar.

Sayın Hakimler, öyle sıradanlaşmış ki...

Ben tutuklandığım gün Hükümet medyası bir MİT mensubuyla, adını ve soyadını vererek röportaj yapmış. MİT mensubu ifşa olmanın ne kadar kötü olduğunu anlatmış. Bunu anlatırken de kendi adı soyadı yayımlanmış.

Uzağa gitmeyeyim…

Suçlandığımız davanın savcıları kısa süre önce 7 Şubat MİT Kumpası’nın iddianamesini yazdı. Orada FETÖ tarafından mağdur edilen MİT mensubunun adını, soyadını, doğum yerini, anne-baba adını, hatta kimlik numarasını yayımladı. Açın bakın o iddianamenin 43 sayfası MİT’le ilgili yazı ve haberlere verilen referanslardan oluşuyor. Bir tanesi hakkında bile MİT Kanunundan soruşturma açılmamış.

Bütün televizyonlar canlı yayındayken MİT binası açılıyor, istihbaratçılar görünüyor, MİT binaları görünüyor. MİT’in yurtdışı operasyonlarını devletin Anadolu Ajansı servis ediyor.

Biz bile 2015 yılında çıkan Mahrem kitabımızda kumpas davalarına giren MİT belgelerine referans vererek FETÖ’yü anlatmışız.

Uzatmayayım…

Mecelle’de “kötü misal emsal olmaz” der. Öte yandan “mücrim sayısı çoğalırsa suç ortadan kalkar” da der.

83’ten beri olan, 2014’te altı çizilen MİT Kanunu öyle bir hale gelmiş ki toprak altında kalmış. Görülüyor ki uzun süredir bizi cezalandırmak için kenarda bekleyenler, onu kazıyıp bizim için çıkardı. Yalnız bu davanın sanıklarına uygulanan bir hukuk yarattı.

Sayın Başkan, Sayın Üyeler;

Bir karar vereceksiniz. Ne olduğunu bilmiyorum. Dediğim gibi merak da etmiyorum. Fakat bir beklentim var.

Kararınızda 19 Şubat’tan 3 Mart’taki Odatv haberine kadar binlerce paylaşım, onlarca haber yapıldığı halde neden sadece iki haber, iki mesajın seçilip bu davadaki sekiz kişinin sanık yapıldığının yanıtı olsun.

Kararınızda 19 Şubat’tan 3 Mart’a kadar gerek Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarıyla gerek Meclis’te yapılan basın toplantısıyla, sağır sultanın bile duyduğu Facebook-Twitter paylaşımlarıyla, Afrika medyasında bile haber olacak kadar aleni hale gelen bir bilginin nasıl gizli sayıldığının yanıtı olsun.

Kararınızda yüzlerce insanın katıldığı, protokolün poz verdiği, MİT Başkanı’nın çelenk gönderdiği, milletvekilinin de belediye başkanının da saf tuttuğu bir cenazenin nasıl sır görüldüğünün yanıtı olsun.”