PEYGAMBERLERİN MELEKLERİ

Peygamberler başta olmak üzere ardından gelenler, şimdiki sözde din adamları gibi sadece ‘din satarak’ geçinmiyorlardı. Her birinin geçim ve iaşesini temin ettiği bir mesleği vardı.

Efendimiz “Allah Teâlâ’nın gönderdiği her Peygamber, mutlaka koyun gütmüştür” buyuruyor.

Evet, istisnasız her biri, hayatının bir dönemlerinde mutlaka çobanlık yapmış ama sair ve asli meslekleri de vardı.

Peygamber Efendimiz tüccardı mesela.

Hz. Adem, ilk ziraat mühendisi ve çiftçiydi.

Hz. Şid, hallac, kazzaz, nessac yani dokumacıların, örücülerin ve mensucat sanayiinin ilk kurucusuydu.

Hz. İdris, iğneyi ilk icat eden, ona delik açan, iplik geçiren olması bakımından terzilerin, konfeksiyoncuların, örücülerin piriydi.

Hz. Nuh, çobandı aynı zamanda ticaretle uğraştı. Bir de marangozların, gemicilerin, denizcilerin piri olarak kabul edilir.

Hz. Hud, tüccardı. Hz. Salih, deve yetiştiricisi ve deve tüccarıydı.

Hz. İbrahim, bugünkü manada inşaat ustasıydı. Hz. Eyüp, ziraatçıydı.

Hz. Lut, tarihçi ve seyyahtı, Hz. İsmail, kara ve deniz avcılığı ile geçimini sağlardı. 70 dil bildiği rivayet edilir. Hz. Harun, vezirdi. Hz. İshak, Hz. Yakup, çobandılar.

Hz. Yusuf, verdi, ilk saati etti, ilk toprak mahsulleri ofisini kurdu. Hz. Şuayb, ziraatçıydı.

Hz. Musa, çoban ve Hz. Şuayb’in hizmetçiliğini yaptı.

Hz. Davut, demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli ordular kuran, Calut'un ordularını mağlup eden bir kumandandı. Hz. Süleyman, hükümdardı, sazlardan zenbil yapar, bakır madeni işlerdi.

Hz. Zülkifl, ekmek fırını işletirdi. Hz. İlyas, dokumacı ve iplikçiydi. Hz. Yunus, balık avcısıydı.

Hz. Üzeyr, bahçıvandı. Meyve ağaçlarını ilk defa aşılayan fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara öğretendi.

Hz. Lokman, doktor ve eczacıydı. Hz. İsa, avcı ve marangozdu. Av aletleri de imal eder, satardı.

Konuya giriş sebebim internette gördüğüm şu alıntı;

“Fox TV'de geçtiğimiz gece yayınlanan sahur programında İlahiyatçı Dr. Erkan Aydın "Bütün peygamberlerin meslekleri vardı. Hiçbir Peygamber, başkasının sırtından geçimini sağlamadı" deyince, programın sunucusu Fatih Savaş; "Peygamberimiz de çobandı değil mi hocam?" diye atladı ortaya.

Erkan Aydın Peygamberin Tüccar olduğunu, Bahreyn, Şam, Yemen ve Habeşistan'a ticari seferler yaptığını, Medine'ye hicret edince mescitten önce bir pazar yeri kurduğunu söyledi.

Ancak Fatih Savaş haklıdır. Çünkü bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanlığı bile Hz. Muhammed'i, bu millete sürekli okuması yazması olmayan (ümmi) ve çobanlık yapmış birisi olarak tanıttı. Yazarı Prof. Dr. İbrahim Sarıçam olan DİB Yayını "Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı" isimli kitapta "Peygamberimizin koyun otlattığı yerler" diye, bugünkü Mekke'nin çevresindeki kırsal alanlardan abuk subuk fotoğraflar bulunmaktadır. Yani Diyanet, bugün bile Hz. Peygamberi çoban olarak sunmaktadır Müslümanlara.

Bu cehaletin kutsanmasından ve teşvik edilmesinden başka bir şey değildir. Oysa Hz. Muhammed, Dr. Erkan Aydın'ın da dediği gibi bir tüccardı. Peygamberliğin geldiği 40 yaşına kadar ticaretle meşgul oldu. Başarılı bir ticaret yaşamı vardı ve bu başarı, O'nun, Mekke'nin en zengin dul kadını olan Hatice tarafından eş olarak tercih etmesiyle sonuçlandı.

Hz. Muhammed'in tüccar kökenli bir peygamber oluşudur ki; Kur'an'da, ticaretle ve alışverişle ilgili, yani ticaret yapmayı tavsiye eden çok sayıda ayet olmasına karşın, çobanlığı öven, çobanlığın önemine ve faziletine vurgu yapan hiçbir ayet bulunmamaktadır.

Eğer Hz. Peygamber çobanlık yapan, hayatını çobanlık ile kazanan birisi olsaydı, mutlaka buna vurgu yapan ayetler de bulunurdu. Hatta Kur'an'da, Bakara Suresi'nin 104. ayetinde "Ey iman edenler! 'Râinâ!' demeyin; 'unzurnâ' deyin ve iyi dinleyin." denilerek, "Bize çobanlık et, bizi güt" anlamına da gelen "Râinâ" sözcüğünün kullanılmaması, onun yerine "Bizi gözet" anlamına gelen "Unzurnâ" sözcüğünün kullanılması tavsiye edilmiştir.

Bakara 171. ayette ise "İnkârcılara seslenenin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana haykıran çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler." denilerek, çobanlığın o kadar da matah ve tercih edilecek bir meslek olmadığı ima edilmiştir.

Kur'an, çobanlığın nasıl yapılacağını tarif etmemiş ve çobanlığın kurallarını belirlememiş ama Ticaretin nasıl yapılması gerektiğini ve uyulacak kuralları adeta bir Ticaret Kanunu maddesi gibi ayrıntısına varıncaya kadar açıklamıştır. Bakara Suresi'nin 282. maddesinde buyruluyor ki:

"Ey iman edenler! Belli bir vâde ile birbirinizden borç alıp verdiğiniz zaman onu hemen yazın. İçinizden biri onu doğru bir şekilde yazsın. Yazmayı bilenler, kendisine Allah’ın öğrettiği şekilde yazmaktan çekinmesin de yazsın. Borçlanan kimse de, borcunu söyleyip yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan korksun da ondan en küçük bir şey eksiltmesin. Eğer borçlu yarım akıllı veya küçükse yahut bizzat yazdırmaya güç yetiremiyorsa, o takdirde velîsi doğru bir şekilde yazdırsın. İçinizden iki erkeği de bu anlaşmaya şâhit tutun. İki erkek bulunmazsa o takdirde şâhitliğini kabul edeceğiniz kimselerden bir erkekle, biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatabilmesi için iki kadın şâhit olsun. Şâhitler, çağrıldıkları zaman şâhitlik yapmaktan kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun borçları vâdesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah katında adâlete daha uygun, borcu ispat etmeniz için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişli bir yoldur. Ancak aranızda hemen o anda hazır mallar üzerinde yapacağınız peşin alışveriş olursa, bu takdirde yazmamanızda size bir günah yoktur. Fakat yine de alışverişlerinizi şâhit huzurunda yapmanız daha iyidir. Ancak ne yazana ne de şâhitlik yapana bir zarar verilmemelidir. Şâyet onlara bir zarar verirseniz, şüphesiz bu sizin için günah olur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretmektedir. Allah, her şeyi hakkiyle bilendir."

Dr. Erkan Aydın'ın yukarıdaki sözleri arasında geçen Peygamber'in ticaret maksadıyla Habeşistan'a gittiğine ilişkin bilgi oldukça dikkatimi çekti. Bu iddiaya, Hz. Peygamber'in, Mekke'de zulme uğrayan Müslümanları, "Orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır; gidin ve Allah içinde bulunduğunuz durumdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar o doğruluk ülkesinde kalın”(1) diyerek, Habeşistan'a gönderdiğine ilişkin bilgileri üst üste koyunca, Hz. Peygamber'in o günkü Habeşistan Necaşisi (hükümdarı) Ashame'yi yakından tanıdığı ve Habeşistan hakkında etraflı bilgiye sahip olduğu da ortaya çıkmaktadır.

Bizimki elbette bir tahmin ve bir akıl yürütme ama Hz. Peygamber, kendisine inanan arkadaşlarını, Kral Ashame'ye emanet ettiğine göre; bu ikili arasında Peygamberlik öncesine dayanan yoğun bir ilişkinin olduğu, Hz. Muhammed'in ise Habeş Kralı veya onun yakın çevresi ile ilişki kuracak seviyede tanınmış bir tüccar ve kervanbaşı olduğu akla gelmektedir. Öyle ki; bu yoğun ilişki Ashame ölünceye kadar devam etmiş, bu ikili arasında mektuplaşmalar, haberleşmeler ve karşılıklı elçi göndermeler olmuştur.

Gelin görün ki; yine Diyanet yayınlarında, Hz. Peygamber'in Kral Ashame'yle gıyaben (yüz yüze gelmeksizin) dostluk ilişkisi kurduğu, Hicretin 7. yılının başında olmak üzere 628 yılında elçiler vasıtasıyla kendisini İslam'a davet ettiği, Ashame'nin bu daveti kabul ederek Müslüman olduğu ve 630 yılında öldüğünde Hz. Peygamber'in onun için gıyabi cenaze namazı kıldırdığı belirtilmektedir.

Bu ilişkidir ki; Müslümanların Kral Ashame'ye saygı duymasına sebep olmuş, mezarı Habeşli Müslümanlarca türbeye çevrilmiş ve adeta kutsal mekan olarak kabul edilmiştir. 2012 yılında Türk medyasında yer alan bir haber oldukça ilginçti. "Habeş Kralı'nın türbesine Türkler sahip çıkıyor" başlıklı haberde şöyle deniyordu:

"Hz Muhammed döneminde, Mekke'de, inançlarından dolayı baskı ve zulüm gören, bu nedenle Kızıldeniz üzerinden iki ayrı kafile halinde Afrika'ya göç eden sahabelere ev sahipliği yaparak destek olan Habeş Kralı Necaşi Eshame'nin türbesi ve çevresindeki 15 sahabenin mezarı, Etiyopya'nın Mekele kentine bağlı Necaşi köyünde bulunuyor. Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA), Necaşi köyü sakinlerinin koruması altında bulunan, ancak bakımsız haldeki Necaşi Türbesi'nin aslına uygun restorasyonu ve çevre düzenlemesi için harekete geçti.

Yani Müslümanlar, kaynakların belirttiğine göre; Muhtemelen Eshame'den önceki Habeş Krallarınca Yemen Valisi olarak atanan, ancak daha sonra bağımsızlığını ilan eden Ebrehe'ye lanet okumalarına karşın, Ülkesine göç eden ilk Müslümanlara sahip çıktığı ve onları Kureyşli Müşriklere teslim etmediği için Necaşi Ashame'ye büyük saygı duymuşlardır. Ebrehe'nin, Ashame'den önceki krallar tarafından Yemen Valisi tayin edilmesini muhtemel görmemizin sebebi, Ebrehe'nin sebep olduğu Fil Vak'asının 570 (ya da 571 yılında) yaşanmasına karşın, Ashame'nin 630 yılında öldüğüne ilişkin bilgidir.”

ŞAHLAR DA ÖLÜR!

Yine bir alıntı, artık üzerine kim alınırsa!!!

Muhammed Rıza Şah Pehlevi İran'ın son hükümdarıydı.

İsviçre'de eğitim gören Şah Rıza Pehlevi, 1941 yılında baba Şah hayattayken tahta çıktı.

Başından üç evlilik geçti.

İlk eşi Fevziye ve ikinci eşi Süreyya hanedanın devamı için erkek çocuk doğuramadığı gerekçesiyle uzaklaştırıldı.

Üçüncü ve son eş Farah Diba ile 1959 yılında evlendi.

Üç kızı ve iki oğlu dünyaya geldi.

İran eski bir medeniyet, verimli toprakları ve zengin petrol yatakları olan bir ülke.

Rıza Şah babasından kalan ülkesini daha zengin ve modern hale getirdi.

Tarımda, sanayide hızlı gelişme sağladı.

"Ak Devrim" adıyla kalkınma programını hayata geçirdi.

Yollar, köprüler, hastaneler, havalimanları ve çeşitli yatırımlar yaptı.

Amerikan dostuydu. Daha sonra Avrupalı liderlerle de iyi ilişkiler kurdu.

İran halkının desteğini almıştı.

1957 yılında ABD'nin desteğiyle İran Gizli Polis Teşkilatı olan SAVAK'ı kurdu.

1961 yılında Millet Meclisi'ni kendine bağladı.

İsrail Devleti kurulunca, Türkiye'den sonra tanıyan iki müslüman ülkeden biri oldu.

Kendisine bağlı özel koruma ordusu kurdu.

Liyakatı değil sadakati ön plana aldı.

Yakın çevresini yandaş yalakalarla doldurdu.

Kendisine muhalefet yapan, eleştiren herkesi düşman gibi görmeye başladı.

Siyasetçi, yazar, gazeteci, akademisyen, aydınlar, sinema sanatçıları ve hatta film senaristlerini bile SAVAK kanalıyla baskı ve zulüm altına almaya başladı.

Haksız tutuklamalar, tehditler, şantajlar, faili meçhul cinayetler hızla artış gösterdi.

Yandaş basın yarattı ve sonunda kendi partisi olan Rastahiz  (Diriliş Partisi) dışında bütün siyasi partileri kapattı.

Rıza Şah Pehlevi 1967 yılında kendini krallar kralı (Şehinşah) karısı Farah Diba'yı ise en büyük imparatoriçe (Şahbanu) ilan etti.

Şah, kendisini dünya lideri, İran'ı ise küresel güç olarak görmeye başladı.

Kibir ve gurur içinde, bütün dünya liderlerinin kendisini kıskandığını ve kendisine gizli hayranlık duyduğunu sanıyordu.

Saray'da ihtişam içinde, özel yetiştirilmiş gıdalarla beslenmeye başladı.

Altın, mücevher ve süs tutkunuydu.

Gösterişe ve itibara büyük önem veriyordu.

Rıza Şah Pehlevi aslında ülkesini soyuyordu.

Soygunu üç kanaldan yapıyordu; Vakıf, Banka ve Özel büro.

Kendisine bağlı çeşitli vakıflar hayır işleri yapıyormuş gibi gösterip milletin kene gibi kanını emiyordu.

İran'daki bütün bankalarda Pehlevi ailesinin parası vardı ama içlerinden bir tanesi özeldi ve bütün yurtdışı para transferlerini o kanaldan gerçekleştiriyordu.

Ayrıca Merkez Bankası Şah'ın tam kontrolu altındaydı.

Dövizlerde kur değişikliği, emisyon hacmi ve rezervlerde Şah'ın izni olmadan işlem yapılmıyordu.

Ve üçüncü ayak Özel Muhasebe Bürosu güçlü bir holding gibi çalışıyordu. İhaleler, finansman işlemleri, ekonomik bütün hisse hareketleri buradan yönetiliyordu. Petrol ihracatından önemli pay alıyordu. Dünyada 207 tane çok uluslu şirkette ortaklık vardı. Burası İran iş dünyasının kalbiydi. Ekonominin bütün verileri izleniyordu ve Şah'ın şirketi olarak tanınıyordu.

Gelelim filmin sonuna…

Şah, ailesi ve çok yakınlarından oluşan 20 kişilik bir grup 16 Ocak 1979 günü Tahran Havalimanı'ndan özel uçakla havalandı.

Birçok ülkeye sığınma başvurusu yapmıştı.

Eğitimini yaptığı ve adeta ikinci vatanı gibi sevdiği İsviçre ret yanıtı veren ilk ülke oldu.

Aşık olduğu ikinci karısı Süreyya'nın yaşadığı ve kendisinin de çok sevdiği ve yaşamak istediği Paris'in Elysee Sarayı'ndan da ret cevabı geldi. Fransa'da Şah'ı istemiyordu.

Fransa'nın yavrusu minik bir prenslik olan Monaco'dan da ret yanıtı geldi.

Şah'ı ve ailesini kimse istemiyordu. Oysa dünyanın pek çok ülkesinde bankalarda serveti yatıyordu.

Şah'ın en güvendiği ülkelerden Meksika ve Kanada yanıt verme zahmetine bile katlanmazken, İngiltere kısa bir açıklamayla Şah'ı kabul edemeyeceğini açıkladı.

Kendisini küresel lider gibi gören Şah açıkta kalmıştı.

Sonuçta ABD'nin efsane Dışişleri Bakanı Kissinger devreye girdi, Rockefeller ve Başkan Carter'ın aracılığıyla, Bahama Adaları Şah'ı sadece üç aylığına misafir edebileceğini açıkladı.

Şah ve yanındakiler Bahama'ya indi ve zor günleri başladı.

Ancak üç ay dolmadan Bahama bu ünlü ailenin ülkeden çıkmasını istedi.

Tekrar Kissinger'e ricada bulundular ve geçici süre için Meksika'ya sığındılar.

Bu arada Güney Afrika Cumhuriyeti'ne başvurdular ve ret yanıtı geldi.

Panama ev hapsi koşuluyla Şah ve ailesini kabul etti.

O günlerde imparatoriçe Farah Diba Pehlevi Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat'ın karısı Cihan'a telefon açıp, ağlayarak yalvardı ve acil yardım istedi.

Mısır, Pehlevi ailesini ülkesine davet etti.

Kadın dayanışması ve annelik hissiyatı bir aileyi kurtarmıştı.

Mısır Devlet Başkanı Sedat, Şah ve ailesine Kahire'de bir saray tahsis etti ve Rıza Şah Pehlevi yaşama gözlerini kapadığı 27 Temmuz 1980 tarihine kadar burada yaşadı.

Pankreas kanserinden ölmüştü ve fırtınalı geçen hayatı 59 yaşında noktalanmıştı.

Şah'ın kişisel ve aile fertleriyle birlikte servetinin ne olduğunu hiç kimse öğrenemedi.

Halen de bilinmiyor. Ortada sadece tahminler var.

Humeyni yönetime geldikten hemen sonra Şah döneminde yurtdışına milyar Dolarlar aktaran 177 kişilik bir liste açıkladı. Bu listede bazı bakanlar, belediye başkanları ve kamu yöneticileri vardı. Bu liste buzdağının sadece görünen yüzüydü!..

Bir başka eylem.. Tahran'daki ABD Büyükelçiliği Humeyni döneminde 1979 Kasım ayında basıldı ve 52 Amerikalı rehin alındı.

İran Hükümeti ABD'den Şah'ın kendisi ile kaçırdığı servetinden 36 milyar Dolar'ın İran'a iadesini istedi ancak ABD kabul etmedi.

Şah'ın ve ailesinin İran dışına ne kadar para kaçırdığı bilinmiyor. Zira farklı ve gizli, sahte isimlerle pek çok ülke ile vergi cenneti olarak adlandırılan bazı adalarda açılan binlerce hesap vardı.

Büyük diktatör Rıza Şah Pehlevi 59 yaşında öldü.

Mahsun prenses Süreyya tek başına yaşadı, 2001'de Paris'teki evinde öldü, mirasçısı olmadığı için tüm serveti devlete kaldı.

Son eş Farah Diba 1980 yılında dul olarak Kahire'den ayrıldı.

Çocuklardan Leyla 31 yaşında kokain ve ilaç komasına girerek öldü.

Ali Rıza Pehlevi 45 yaşında başına kurşun sıkarak yaşama veda etti.

Pek çok ülkede yüzlerce bankaya transfer edilen paralar devletlerin hazine hesaplarına geçti ve bir masal noktalandı.

Savak yöneticilerinden eski bir polis şefi Pervez Sadeghi "Humeyni rejiminin başarısı kendisinden değil, Pehlevi dönemindeki soygunlar, yolsuzluklar, hukuksuzluklar ve haksızlıklardan kaynaklanıyor.." diyerek aslında geniş fotoğrafa dip notu koyuyordu.

Paranın gücüne inanarak kendisini ilah gibi gören kibirli insanlara Şah Rıza Pehlevi rol model olmalı ve ciddi bir hayat dersi çıkarılmalıdır.