Geçmişte onca ev, tarla-bahçe işlerinin yanında çocuklarına zaman ayırmak için çaba harcayan anne-babalar, şimdilerde ise zaman ve imkân olmasına rağmen çocuklarına gerekli vakti ve ilgiyi gösteremez oldular…

Arşivimde çocuk fotoğrafı ararken yazımın sonuna doğru yer alan fotoğrafa denk geldim.

“Zamane çocuğu” dedim kendi kendime…

Biraz üzüldüm açıkçası…

Çocuk için…

Yaşayamadığı çocukluğu için…

Sonra aklıma kendi çocukluğum geldi. Bizim zamanımızda yoktu böyle dijital nesneler…

Bol bol oyunlar vardı… Her yerde… Evde, okulda, yaylada, bahçede, tarlada…

Anne babalarımız da hiç bu kadar hazırcı değillerdi…

Yani oynamak istediğimiz oyunlarda kullanacağımız malzemelerin bir kısmını onlar yaparlardı, biz de yardım ederdik. Malum çocuğuz…

Boyumuz, kilomuz belli…

Yapabileceklerimiz var, destek alarak yapabileceklerimiz de var. O zamanki düşünce gücümüzle yapamayacağımız neredeyse yok denecek kadar az… Yarım asır önceki çocukluğumuz ve o dönemdeki çocuk oyunlarımız ise bambaşkaydı. Hazıra konma diye bir lüksümüz yoktu. Dedim ya gerek ailelerimizin yardımı gerekse kendi imkanlarımızla oyun materyallerini oluştururduk. Bizim için her yer oyun alanı, her malzeme oyuncak olabilirdi. Bambaşka bir dönemdi o yıllar…

Oyunları belli yaş grubuna göre ayırarak oynardık. Bizim için her etkinlik bir oyun gibiydi… Kırmızı toprakla suyun karışımından elde edilen çamur, çocukluğumun ilk oyunu olmuştu. Çamur oyununa “Let’aşoliobiru” adını vermiştim. Çocukken oynadığımız saklambaç (K’ukut’a), korkuluk (didamangisa), ip atlama (Toç’i mok’apinu), çelik-çomak (3uk’ani-biga), beştaş (3’ukvap’i), bilye-misket, (mili xut’ula), çağatara/pirpila (omp’urina), ip salma (şurduli/dok’anuri), çember çevirme, tel-tahta araba sürme (pisari oktimaşe) de hiç aklımdan çıkmayan diğerleriydi…

Hepimizin bildiği gibi ataerkil bir toplumun geleneğinde babalar her zaman ön planda yer almaktadır… Kafkas kültürünün yoğun olarak yaşandığı bölgemizde de aynı durum söz konusudur. Ancak son yüzyılın ilk yarısında babalar gurbet ellerinde çalışmak, anneler ise evin bütün yükünü çekmek zorunda kalmışlardır… Her sabah evdeki işleri bitirir bitirmez varsa önce beşikteki bebeğini emziren, henüz yürüyebilen çocuğunu da sırtındaki beze sarıp birlikte tarla işlerine giden yüce gönüllü, fedakar analarımız… O dönemin imkansızlıklarına rağmen çocuklarını sağlıklı bir şekilde büyütüp, gelecekleri için önce köy ilkokuluna, mezun olduktan sonra ortaokul ve liseye kayıtlarını yaptıran cefakar analarımız… Babalarımızın yokluğunu hissettirmeden bizleri okutan, büyüten, yetiştiren, iyi bir insan olmamız için çalışıp didinen, babalarımızın eve dönmesiyle gücüne güç, ağzına tat, canına can katılan analarımız… Vardı… Şimdi… Var mı?

Geçmişte onca ev, tarla-bahçe işlerinin yanında çocuklarına zaman ayırmak için çaba harcayan anne-babalar, şimdilerde ise zaman ve imkân olmasına rağmen çocuklarına gerekli vakti ve ilgiyi gösteremez oldular… Aileler bu duruma farklı bahaneler öne sürerek “Çalışma hayatımızın ve ev işlerimizin yanında çocuklarımıza yeterli ve nitelikli zaman ayıramıyoruz, günlerimiz sürekli koşuşturma içinde geçiyor.” demekle yetiniyorlar… Halbuki zaman denilen kavram sürekli ilerliyor… Çocuklarımızla nitelikli zaman geçirmek için fırsatlar yaratmak, onlarla göz teması kurarak konuşup eskilerden bahsetmek, çocukluk anılarımı anlatmak, günlük rutinlerden uzaklaşıp farklı deneyimler sağlayabileceği ortamlara girmek çok da zor olmasa gerek... Hatta bu şekilde anne-baba-çocuk arasında kuvvetli bir bağ da kurulmuş olur. İletişim ve fiziksel temas ile…

Yani diyeceğim o ki dijitalleşen çağımızın gerçekliğini durduran bu fotoğraf, çocuğun tek başına oyun tüketicisi olma yolunda ilerlediğini ve sosyalleşme yolunda sınıfta kaldığını gösteren acı bir tablodur.

Sabri Aslışen/Ankara