Atatürk maarif yani eğitim kongresini topladığında henüz düşman yurdu terk etmemiş, kurtuluş savaşı bitmemişti.

Paşam, ‘sırası mı şimdi’ diyenlere “Yüzyıllar süren derin bir umursamazlığın devlet yapısında açtığı yaraları sarmak için gerekli olan çabaların en büyüğünü, hiç kuşkusuz eğitim alanında, esirgemeden göstermek gerekir. Ancak geniş ve yeterli koşullara ve araçlara kavuşuncaya dek, geçecek savaş günlerinde de, tam bir dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir milli eğitim programı yapmak ve eldeki örgütlerimizi bugünden verimli bir çalışmaya yöneltecek ilkeleri hazırlamak için çalışmalıyız” cevabını verdi.

Savaş esnasında bile gündem eğitimdi yani…

“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile hakkı ile birliği ile taarruz eden genel olarak yabancı unsurlarla mücadele gereğini ve millî düşünceleri boğmaya çalışan her karşı fikre şiddetle ve özveri ile savunmanın gereği öğretilmelidir” sözleriyle, vatan savunmasının okullardan başladığını ortaya koyuyordu.

O başardı. 10 yılda ekonomisi güçlü, insan kaynakları sonsuz, bunun karşılığında dimdik duran, emir almayan, yalvarmayan bir ülke yarattı.

Ama biz başaramadık ki bugün yaşadığımız sosyal, siyasi, ekonomik rahatsızlıklarımızın temel sebebi, yanlış eğitim sistemimizdir.

Atatürk iktisat yani ekonomi kongresini topladığında henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti.

O’nun gözünde, milletlerin yükselme ve düşme sebeplerinden bir tanesi ve en önemlisi siyasî, askerî, sosyal nedenler kadar ekonomiydi.

Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşmesiyle ilgili ve ilişkili olan milletin ekonomisiydi.

“Türk tarihi araştırılırsa bütün yükselme ve düşme sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veyahut yenilgiler, yok olmalar ve felâketler, bunların, tümü; gerçekleştikleri devirlerdeki iktisadî durumlarımızla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi hak ettiği yere ulaştırabilmek için, mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız” diyordu.

“Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizi koruyabilmemiz için ekonomimizin, iktisadî hâkimiyetimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir sözleriyle İktisat Kongresi açıyordu.

Ve uyarmayı da ihmal etmiyordu;

“Efendiler, bu kadar verimli ve bu kadar kuvvetli olan yeni hükûmetimizin, düşmansız kalacağını saymak doğru değildir. Bu güzel temellerin bile içine bomba koyarak onu yıkmaya çalışanlar olacaktır. Onun hayatına, ilerlemesine karşı suikastler düzenlemeye girişecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı en kuvvetli silâhımız ekonomideki genişlik, dayanıklılık ve başarımız olacaktır.”

Şurası muhakkak ki bir devletin ayakta durabilmesinin temel iki şartı eğitim sisteminin ve ekonomisinin sağlamlığıdır.

Ekonomi önemlidir.
Yaşadığımız günler bunun kanıtıdır.
Üretebilen, ayakları üzerinde durabilen, başkalarının sıcak parasına muhtaç olmayan bir ülke ekonomisi, siyaseti de, diplomasiyi de güçlendirir.

Ama bir ülkede insanlar işsizse, üretim yoksa, bankalar yabancıların eline geçmişse, devletin en stratejik kurumları bile, başka ülkelere teslim edilmişse, siyasette de diplomaside de beliniz bükülür.

Biz bunu yaşadık.

Ne diyordu Trump?

Askerlerinizi döverim, askerlerim size saldırır, işgal eder, sizi yok ederim diyor mu? Hayır…

“Daha önce ekonomini yerle bir ettim, yine ederim” diye alenen tehdit etti.

Harekât durduktan sonra da “Okul bahçesindeki çocuklar gibi kavga etmeleri gerekiyordu.
Bıraktım kavga ettiler, sonra da ayırdım…” diye dalgasını geçti.

Zayıf yönümüzü, yumuşak karnımızı biliyor, ekonomiden saldırıyordu.

Ve başarıyor ki harekat bitiyordu.

Harekat bitiyor ki, Atatürk’ün buyurduğu gibi ekonomisi zayıf olanın askeri güçlü olsa da bir anlam ifade etmiyor.

Ve ülkeyi yönetenler o kadar aciz, bir o kadar çaresiz ki; Sen kimsin, haddini bil demek yerine; “Bu konuyu önceliğimiz olarak görmüyoruz. Karşılıklı olan sevgi ve saygımız, bunları gündemde tutmaya müsaade etmiyor” sözleriyle adeta teslim bayrağını çekiyorlar.

Ha, bu arada kamuoyuna sorarsanız, çok büyük bir kısmı ABD’yi de Trump’ı da mahvettiğimizi sanıyor.

Benim de aklıma nedense, Rus tankları Berlin'e girene kadar Almanların, Rusya'yı işgal ettiklerini sanmaları geliyor ki çünkü öyle propaganda yapılıyor ve Alman gazeteleri öyle yazıyordu.

Bilmem anlatabildim mi?

ATATÜRK KÖŞESİ

EKONOMİK KURTULUŞ SAVAŞI

Bu topraklardaki ilk askeri ve siyasi kurtuluş savaşı gibi ilk ekonomik kurtuluş savaşı da Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde kazanıldı. Türkiye'nin askeri ve siyasi kurtuluşu gibi ekonomik kurtuluşu da büyük fedakârlıklarla mümkün oldu. Fakat fedakârlık tek taraflı değildi; halkla birlikte Atatürk, dava arkadaşları ve milletvekilleri de fedakârlıkta bulunmuşlardı.

Birinci Dünya Savaşı, zaten borçlu ve dışa bağımlı durumdaki Osmanlı ekonomisini yerle bir etti. Üretim olabildiğince azaldı. Fiyatlar yükseldi, enflasyon arttı. İstanbul'da bile ekmek sıkıntısı baş gösterdi. Anadolu halkı ise açtı. 1919'da devlet, memur maaşlarını ödeyemez durumdaydı.

İşte bu koşullarda, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkan Atatürk ve beraberindekiler çok geçmeden para sıkıntısı çekmeye başladılar.

Atatürk ve beraberindeki heyet Aralık 1919'da Sivas'tan Ankara'ya hareket ederken tam anlamıyla yokluk içindeydi. Mazhar Müfit Kansu bu yokluğu, “Bütün paramız yol için 20 yumurta, 1 okka peynir ve 10 ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık” diye ifade ediyor.

Kansu, Ankara'da aylarca sabahları bir bardak çay ve bir dilim ekmekle idare ettiklerini belirtiyor.

Kurtuluş Savaşı'nda halkın yaşadığı yokluğu ve yoksulluğu, Kurtuluş Savaşı'nın önderi Atatürk ve dava arkadaşları da iliklerine kadar hissettiler.

Kurtuluş Savaşı büyük fedakârlıkla kazanıldı. Fakat halktan fedakârlık isteyenler, önce kendileri büyük fedakârlıklarda bulundular.

23 Nisan 1920'de açılan TBMM, kelimenin tam anlamıyla yokluk ve yoksulluk içinde bir meclisti. Milletvekillerinin fedakârlığı çok büyüktü.

TBMM açıldığında iki büyük sorundan biri konaklama, diğeri yemekti. Önceleri Öğretmen Okulu'nda, hatta parklarda, bahçelerde kalan milletvekilleri zamanla evlere çıktılar. Ortalama 3-4 kişi aynı odada kaldılar. Ankara'daki konut sıkıntısı nedeniyle birçok milletvekili o dönemde şehrin dışında kalan Keçiören-Etlik bölgesindeki bağ evlerinde ikamet ettiler.

Ne yeterli erzak ne yeterli para ne de yeterli lokanta vardı. Milletvekilleri bir süre yanlarında getirdikleriyle idare ettiler. Daha sonra adam başı 48 ile 55 kuruş toplayıp tabldot sistemi kurarak yemek sorununu çözdüler.

Milletvekillerinin maaşları geçinmelerine yetmiyordu. Fakat kimse “Param yok!” diye sızlanmıyordu. Dahası, fedakâr milletvekilleri, Mehmetçiğin ihtiyaçları için, her ay maaşlarının % 20'sinin kesilmesini kabul etmişlerdi. Milletvekilleri bütçe açığını biraz olsun kapatmak için maaşlarının bir kısmını hazineye bağışlamışlardı.

1929'da önce New York borsası, sonra Avrupa borsaları dibe vurdu. Fiyatlar düştü. Uluslararası ticaret durma noktasına geldi. Dünya Ekonomik Buhranı patlak verdi. Büyük Buhran, ekonomik olarak henüz emekleme aşamasındaki Türkiye'yi de çok olumsuz etkiledi. İthalata bağlı ve tarıma dayalı Türk ekonomisinin bu koşullarda ayakta durması zordu. Osmanlı borçlarının ödenmesine de o yıl başlanacaktı. Yeni ekonomik çözümlere ihtiyaç vardı. İşte o koşullarda hükümet, bir taraftan planlı programlı devletçi sanayileşmeye yönelirken, diğer taraftan gelirleri artırmaya, giderleri olabildiğince azaltmaya çalıştı.

Türkiye, 1929 Dünya Ekonomik Buhranına karşı gerçek bir ekonomik kurtuluş savaşına girdi. Halk yeni vergilerle fedakârlık yapmaya çağrılırken, milletvekilleri de maaşlarında üçte bire yakın indirim yapılmasını kabul ettiler.

Böylece, TBMM, ekonomik buhran koşullarında, milletvekili maaşlarını yüzde 30 azaltarak 500 liradan 350 liraya indirdi. Yolluklar da 25 liradan 10 liraya indirildi.

Demem o ki, Türkiye'nin ilk ekonomik kurtuluş savaşını verenler her şeyi halktan beklememişler, kendileri de fedakârlıkta bulunmuşlardı.

Bugün yeni bir ekonomik kurtuluş savaşı vermeye kalkanlar da herkesten önce kendileri fedakârlıkta bulunmalıdırlar.

1929 Dünya Ekonomik Buhranı karşısında Türkiye, her yönüyle bir ekonomik kurtuluş savaşı veriyordu. Bu savaşın başkomutanı da Cumhurbaşkanı Atatürk'tü.

O da fedakarlıkta bulunmak istedi, yasalar uygun değildi ama neticede “özel kanun” çıkarıldı.

Atatürk tüm mal varlığını millete bıraktı.

TARİHTE BUGÜN

HARF DEVRİMİ

1 Aralık 1928; 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun” gereği Yeni Türk harflerinin kullanımı yürürlüğe girdi.

Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları amacıyla türetilmiş büyük ve küçük harfleri bulundurmaktadır (Ş/ş, ı, İ, ğ). Bunun yanı sıra Türk alfabesindeki harflerin okunuşları Batı dillerindeki harflerin okunuşlarından farklıdır (örneğin Türkçede ce denilerek okunan ‘c’ harfi İngilizcede si denilerek okunmaktadır).

19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu’da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçenin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu.

1922’de Azerbaycan’ın Latin alfabesini kabulü Türkiye’de büyük yankı uyandırdı.

Sovyetler Birliği’ndeki Türk devletleri Latin alfabesini kullanıyordu. Türkiye, Türk dünyası ile yakınlaşmak, ortak bir alfabeyi kullanmak için Latin alfabesine geçti. Fakat daha sonra SSCB, Stalin döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği’ne bağlı Türk cumhuriyetleri arasındaki bağı koparmak için Türk devletlerini Kiril alfabesine geçirtmiştir.

1991’de SSCB’nin dağılması üzerine Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan olmak üzere 5 bağımsız Türk devleti kuruldu. Bunlar arasından Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan tekrar Latin alfabesine geçerken Kazakistan ve Kırgızistan ile Rusya’ya bağlı Başkurtistan, Çuvaşistan, Tataristan, Tuva gibi Türk cumhuriyetleri Kiril alfabesini kullanmaya devam etti. Özetle, Türkiye’de yapılan harf devrimi, diğer Türk cumhuriyetlerine yakınlaşmayı, Türk dillerine uyumlu bir yazı sistemi oluşturulup ortak bir alfabe kullanılmasını amaçlamıştır.

28 Mayıs 1928’de TBMM, 1 Haziran’dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu.

Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı.

Harf Devrimi sonucunda okuma-yazma oranlarında ciddi artışlar oldu, okuryazarlık oranı Harf Devrimi’nin ardından 1935 yılında yüzde 20,4’e ulaşmıştır.

Sonuç olarak:

Türkçenin Türkçeliğini bitiren Osmanlı Devleti’nin dönme-devşirme politikası çerçevesinde Türkleri merkezden dışlamasına paralel Türkçeyi de dışlamış olmasıdır. Örneğin medreselerde bile Türkçe yasaktır. Türkçe Osmanlı döneminde sadece halk arsında yaşamış ve her geçen gün daha da fakirleşmiştir.

Osmanlı devleti, Türkçeyi Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap alfabesiyle yazma garabetini göstermiş, bu nedenle Türk çocukları bir türlü okuma yazma öğrenememişlerdir. Cahil kalmışlardır. Hep dönme devşirmeler aydınlanmıştır. Sonunda devlet de dönme devşirmelere kalmıştır zaten.

Osmanlı devleti döneminde Türkçe dışlanmış, Türkçenin içine Arapça ve Farsça boca edilmiş, Türkçe Türkçeliğini yitirdiği için “Osmanlıca” denilen Arapça-Farsça-Türkçe karışımı “yapay bir dil” icat edilmiştir. Gerçekte bu bizim dilimiz Türkçenin yerine icat edilmiş bir “ucube” dildir.

Atatürk, dil devrimi ile Osmanlı devleti döneminde dışlanıp ihmal edildiği için unutulmaya yüz tutmuş Türkçeyi kurtarmıştır. Unutulmuş Türkçe sözcükleri derletip toplatıp kitaplaştırmış, yeni sözcükler türettirmiş, hatta kendisi de 100’e yakın Türkçe sözcük türetmiştir ki bu sözcüklerin tamamı bugün dilimize yerleşmiştir ve kullanılmaktadır.

Atatürk yazı devrimi (alfabe devrimi) ile Türkçenin yapısına hiç uymayan Arap alfabesi yerine Türkçenin yapısına uygun Göktürk-Etrüsk-Latin kökenli “yeni Türk alfabesini” kabul etmiştir. Nitekim Latin alfabesindeki 14 harf aslen ön Türk kökenlidir. bu alfabe değişikliği sayesinde Türk çocuğu genetiğine uygun bu alfabe ile güzel Türkçesini çok kolay bir şekilde öğrenmiştir. böylece okuma yazma oranı bir anda patlama göstermiştir.

Osmanlı Devleti’nde okuma-yazma oranı kadınlarda binde 4, erkeklerde yüzde 7’dir. Harf devriminden sonra 1928–1938 arasındaki 15 yıl içinde okuma yazma oranı toplamda yüzde 20’ye çıkmıştır. Osmanlı döneminde cahil bırakılan Türk insanı cehaleti yenmeye başlamıştır.

Neresinden bakılırsa bakılsın Atatürk’ün dil ve yazı devrimi bir cumhuriyet mucizesidir.

Sinan Meydan/Tarihçi

* * *

Sayın Bilal Erdoğan Harf Devrimi ile ilgili olarak, "Japonya niye alfabesini değiştirmemiş? Çin niye alfabesini değiştirmedi? O zaman insan diyor ki, demek ki gelişmenin alfabeyle bir alakası yokmuş" dedi.

Sayın Bilal Erdoğan'ın unuttuğu bir şey var, Türk alfabesi çok sonraları Arap harflerine dönüştürüldü. Bu dönüşüm olmadan önce Türkçenin kendine ait alfabesi zaten vardı. Hatta dünyada alfabede harf kullanan ilk millet Türk milletidir.

Türkler, Arap alfabesine geçtikten sonra "bir gecede cahil bırakıldık" mı demeliyiz yoksa! Türklerin kendi harflerini kullanarak kurduğu medeniyetleri de düşünürseniz, gelişmenin alfabeyle alakası olduğu görülür.

Öncelikle, Harf Devriminin ihtiyaç üzerine yapıldığının altını çizelim. Şöyle ki;

Türkçede 29 harf var. 8'i sesli harften oluşuyor. Dolayısıyla Türkçemiz aslında sesli harfler üzerine kurulu bir dil. Bu yüzden Osmanlıca, Türkçemize uygun bir dil hiçbir zaman olmadı.

Harf devrimiyle ilgili ilk çalışmalar aslıda II. Abdülhamid döneminde yapılmaya başlanmıştı fakat hayata geçirilemedi. Mustafa Kemal Atatürk döneminde hayata geçirilebildi.

Harf İnkılabından sonra gerçekten büyük bir kolaylık sağlanmış oldu. Yeni harfler sayesinde Türkçe rahatlıkla okunabilir ve yazılabilir hale geldi. Harf Devrimi okuma-yazma öğrenme konusunda da büyük kolaylıklar getirmiş oldu.

Yani harf devrimi bir ihtiyaç üzerine doğmuştu. Kaldı ki Türkçe, Arapçadan çok daha eski bir dildir. Hatta Türkçe için tüm dillerin atası denir. Bugün eleştirilen Latin harflerinin atası da Türkçe harflerdir.

Osmanlıcanın zorluklarıyla ilgili olarak şunlara da dikkat çekmek gerekir; günümüzde Osmanlıca sadece arşiv araştırmaları için gerekmektedir. Yani bir uzmanlık sahasıdır ve bununla ilgili olarak da üniversitelerin ilgili bölümlerinde bu eğitim verilmektedir.

Bunun dışında Osmanlıcayı anlamak için Arapça ve Farsçaya da hakim olmak gerekiyor. Eğer Arapça ve Farsçayı bilmiyorsanız Osmanlıcayı anlamıyor, okuyamıyor ve yazamıyorsunuz.

Ayrıca Osmanlıcada 18 farklı karakterde yazı türü var. Osmanlıcayı okuyabilmek için bütün bu yazı türlerine de ayrıca hakim olmak gerekiyor.

Osmanlıcayı her okuyan aynı zamanda yazamıyor. Okumak ayrı bir iş, yazmak ise ayrı bir uzmanlık gerektiriyor çünkü Arapçada 28 harf var ve bu harflerin kelimenin başında ortasında ve sonunda kullanımıyla birlikte şekil değiştiriyor ve 93 değişik harfe dönüşüyor. Bunların hepsini bilmek ve hepsine hakim olmak gerekiyor. Dolayısıyla Osmanlıcayı yazmak ayrı bir uzmanlık gerektiriyor.

Başka bir konu da, bir insan Arapça ve Farsça bilmiyorsa Osmanlıcada sıklıkla yanlış okumalar ve yanlış anlamalar yapabilmesi yani Osmanlıcayı okuyup anlayabilmek için önce Arapça ve Farsçanın öğrenilmesi gerekiyor.

En önemli sorulardan biri de, Osmanlıcayı bilenlerin Kur'an-ı Kerim'i anlayarak okumaları mümkün müdür? Uzmanlar bu soruya "Hayır" cevabını veriyorlar. Osmanlıcayı bilmek Kur'an'ı bilmek anlamına gelmiyor. İkisi tamamen farklı bir dil.

Kur'an-ı Kerim'i anlayabilmek için Arapçayı ve Arapçanın kurallarını bilmek gerekiyor. Dolayısıyla Osmanlıcanın kaldırılması Kur'an-ı Kerim'in kaldırılması anlamına gelmiyor.

Uzmanlar ayrıca Osmanlıcanın öğrenilebilmesi için en az iki yıl eğitim alınması gerektiğini söylüyorlar. Bu da bize Osmanlıcanın hiç de kolay bir dil olmadığını gösteriyor.

Hülasa harf devrimi zorunlu bir ihtiyaçtı.

Şu da unutulmamalı ki, Osmanlıca belirli çevrelerde kullanılan bir dil olmuştu. Halkın geneline hiçbir zaman yayılamamıştı. Halk her zaman Türkçe konuşmaya devam etmişti. Harf Devrimi sayesinde saray çevresinin dışındaki halk da konuştuğu Türkçeyi yazabilmiş ve okuyabilmiştir. Harf Devrimi ile halk bir gecede cahil falan da bırakılmadı.

Özetleyecek olursak, Türkçe yeryüzündeki bütün dillerin atasıdır. Bilimde, sanatta, edebiyatta ve diğer her alanda kullanımı kolay ve ifade kabiliyeti çok yüksektir. Bu yüzden Türkçenin korunması Türk'ün korunması anlamına gelir.

Eyüp Kabil/Yeni Mesaj Gazetesi