Siz hiç yabancı filmlerde konunun geçtiği yerleşim alanının din adamına ve öğretmenine yönelik bir alay, istihza, aşağılama gördünüz mü?

Aksine senaryoyla hiç alakası olmasa bile bir şekilde eklenir mutlaka övülürler.

Bizde ise malumunuz, din adamı üçkağıtçının önde gideni, sahtekar, ikiyüzlü olarak lanse edilir.

Öğretmene de genellikle anlayışsız, psikopat, dayakçı rolü biçilir.

Oysa bir toplumun maddi ve manevi mimarlarıdır her ikisi de…

Direkleridir…

Dolayısıyla bir toplumu, topsuz tüfeksiz, askersiz silahsız yıkmanın, ele geçirmenin, sömürge haline getirmenin en masrafsız yolu bu direklerden bir tanesini mümkünse ikisini birden devirmekten geçer.

Aksini düşünen bir devlet adamı da her iki kesimi ihya eder, en iyi şekilde yetişmelerini sağlar ve en iyi şekilde görevlerini yapmanın ortamını hazırlar.

Padişah çocuğu yetiştirmek baba için de hoca için de zordur.

Sultan 2. Murat bunu en iyi bilenlerdendir. Öyle olmasaydı Şehzade Mehmet, Fatih Sultan Mehmet olabilir miydi?

Sultan, hocalara emanet edeceği çocuğun, nihayetinde bir padişah oğlu olduğunu biliyor, “ben padişah oğluyum” diyerek hocalara kafa tutmasından ve haylazlık etmesinden dolayısıyla iyi yetişmemesinden korkuyordu ki Molla Gürani’yi yanına çağırttı, eline de, bir sopa tutuşturdu;

“Şehzade tembellik edip, derslerine çalışmazsa, gereğini yapabilirsin” mesajını verdi.

Molla Gürani, ilk derse elinde bu sopa ile girdi.

“Elinizdeki o sopayla ne yapacaksınız” diyen Şehzade’ye;
“Üstünüze bulaşacak olan tembellik tozlarını bununla silkeleyeceğim. Babanızın emri de bu yoldadır” cevabını verdi.

O mesaj yetti de arttı…

Tarihte bunun gibi örneklerimiz çoktur.

Onun içindir ki büyük medeniyetlere imza atmışız.

Ve önemli bir ayrıntı;

Ne zaman ki hocaları, sultanların önünde yürüdüyse çok büyük zaferlere imza atmış, ne zaman ki tersi olduysa hüsrana uğramışız.

Mustafa kemal Atatürk de öğretmenin kıymetini bilenlerdi;

Kralların elini öpmek eğildiği bu büyük önderin, önünde eğildiği tek kesim öğretmenlerdi.

Ziyaret ettiği okullarda öğrenci sırasına oturur, dersin işlenişini kesinlikle kesmez ‘izniniz olursa anlattıklarınızdan biz de istifada edelim’ diyerek öğretmeni motive eder, mutlaka öğrencilere öğretmenin anlam ve önemini işaret ederdi.

Atatürk bir gün Çankaya’da bir ilkokulu ziyaret etmiş.

Öğretmen, tahta başında öğrencilere ders verirken girmişler sınıfa…

Öğretmen, saygı işaretini vermiş, ayağa kaldırdığı çocukları tekrar oturtup dersine devam etmiş.

Çıkarken de aynı tablo; Öğretmen yine aynı ses aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işaretini verir vermez derse devam etmiş.

İşte Atatürk’e “öğretmen vatanın en hayırlı unsurudur. Onlar vatanın evlatlarıyla o kadar haşır neşir olmuşlardır ki, adeta çocuklaşmışlardır. Onların nazarında en sevgili öğrencileridir. Bu öğretmen, eğer dersini bırakıp bana tazimatını arz etmek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri nazarında küçülür belki prestijini kaybederdi. Öğrenci nazarında en muhterem, en büyük adam öğretmendir” dedirten olay budur.

Öğretmenin karizmasını çizmek hiç topluma hiçbir şey kazandırmaz, aksine çok şeyler kaybettirir.

DEVLETİN EN BÜYÜK YÜKÜ, ÖĞRETMEN MAAŞLARIYMIŞ!

Mevcut hükümet öğretmenin karizmasını çizmek, öğretmenin sosyal ve ekonomik karizmasını, onurunu, haysiyetini yerle bir etmek noktasında başı çekti.

Peki, ne oldu da AKP Hükümeti, öğretmenlere yönelik bir itibarsızlaştırma politikasına ihtiyaç duydu?

Eğitimden hiç anlamayan, okulu, öğretmeni ve öğrenciyi tanımayanların, kulaktan duyma dedikodu bilgileriyle öğretmenleri değerlendirmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir.

Fakat ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanların gelişi güzel konuşmaları; öğretmenlerimizin itibarını rencide eden, onları toplum karşısında küçük düşüren, öğretmenleri “iş yapmayan, az çalışıp hak etmediği yüksek ücreti talep eden, keyif düşkünü ve uyumsuz” bir meslek grubu gibi yansıtan bu açıklamaları ülkeyi yönetenlere hiç yakışmamaktadır.

Devletin en büyük yükü öğretmen maaşlarıymış!

İnanması zor ama bunu bir Milli Eğitim Bakanı söyledi; Ziya Selçuk…

Kendisi özel öğretim kurumları sahibi olup, hayata ve olaylara para gözüyle baktığı ve kurumlarında personele ödediği her kuruşa hayıflandığı için olsa gerek, devlet okullarını da kendi işyeri zannetti zahir…

Malumunuzdur; Osmanlı padişahlarından 2. Abdulhamit döneminde görev yapan Maarif nazırlarından biri (Emrullah Efendi) “şu okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” demiş.

Günümüzde de Milli Eğitim eski Bakanı, yeni açıklamasıyla o ünlü cümleye yeni bir boyut kazandırdı:

“Bakanlığın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Bu, tüm okullar için böyledir. Eğitimde asıl yük öğretmenlerin maaşıyla ilgilidir. Maaşlardan dolayı yatırıma fırsat kalmıyor.”

Bakan Selçuk'un bu sözlerini, 2. Abdulhamit'in Maarif nazırının sözlerine uyarlarsak, açıkça “Şu öğretmenler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” demek istediği anlaşılıyor.

Bir Milli Eğitim Bakanı'nın, eğitim sisteminin en önemli unsuru olan öğretmenleri “YÜK” olarak görüyor olması, eğitimde geldiğimiz noktanın da özetidir haliyle…

Ben de bir öğretmenim…

Hem de eğitim sendikası başkanlığı yapacak kadar konuya vakıfım.

Evet, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin yüzde 70'inin personel gideri olduğunu biliyorum ama eğitimdeki kötü gidişinin öğretmenlere bağlanmasına, öğretmenlerin “yük” olarak görülmesine gönlüm razı olamaz.

Böyle düşünenlere tavsiyem, öğretmen maaşlarını hedef almayı bırakıp, bakanlıktaki savurganlıklara göz atmalarını tavsiye ederim.

İlk aklıma gelen 2011'den bu yana hesapsızca, kitapsızca milyarlarca lira akıtılan ama hiçbir somut fayda elde edilemeyen FATİH Projesi mesela…

Nitekim pandemi döneminde, “uzaktan eğitimin” teknolojik altyapısı olabilecekken nasıl “çöp” olduğunu, milyarlarca liranın nasıl çöpe gittiğini hepimiz canlı canlı izledik.

Mesela, ailelerin ve çocukların zorla yönlendirmeye çalışıldığı, gelen öğrencileri tutmakta dahi zorlanan imam hatip okulları için onlarcası yapılan kale gibi okul binaları, o binalar için yandaş müteahhitlere akıtılan paralar…

Devlet okulları tebeşire muhtaçken, özel okul öğrencilerine öğrenci başı aktarılan paralar mesela…

Yandaş basımevleri kazansın biz de işin siyasi rantını yeriz anlayışıyla basılıp bedava dağıtılan ama öğretmen ve öğrencinin açma gereği dahi duymadığı gibi kaynak kitapsız bir işe yaramayan kitaplar…

Hepsini geçtim; Hükümetinizin bilgisi dahilinde Ankara'da (en az) 750 milyon dolara mal edilen ve çürümeye terk edilen AnkaPark’ın yerine kaç okul yapılır, kaç öğretmen atanır?

Sizin göreviniz, öğretmenlerimizi incitecek ifadelerden kaçınmak, onları baş tacı etmektir.

Çünkü öğretmenlerimiz, özlediğimiz Büyük Türkiye’nin mimarlarıdır. Geleceğimiz onların eliyle şekillenecektir. Sahip olduğumuz imkanlar onların beklentilerini karşılamamıza yeterli olmayabilir; ancak her biriniz, öğretmenlerimizin itibarını koruyacak ve yükseltecek tutumlar içerisinde olacaksınız.

Unutmayınız ki, öğretmenleri saygın ve itibarlı olmayan bir ülkenin geleceği yoktur!”

Eğitimden hiç anlamayan, okulu, öğretmeni ve öğrenciyi tanımayanların, kulaktan duyma dedikodu bilgileriyle öğretmenleri değerlendirmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir.

Fakat ülkeyi yönetme sorumluluğunda olanların gelişi güzel konuşmaları; öğretmenlerimizin itibarını rencide eden, onları toplum karşısında küçük düşüren, öğretmenleri “iş yapmayan, az çalışıp hak etmediği yüksek ücreti talep eden, keyif düşkünü ve uyumsuz” bir meslek grubu gibi yansıtan bu ve benzeri açıklamalar size ve pedagojik gerçeklere hiç yakışmamaktadır.

ŞEHİT ÖĞRETMENLERE RAHMET VE MİNNETLE!

Daha 21 yaşındaydı, yeni mezun olmuş ve aynı yıl Diyarbakır’ın Bismil İlçesi, Çavuşlu Köyü İlkokulu’na atanmıştı.

Ailesi onu göndermek istemiyordu ama Neşe öğretmen ısrar etti ve “bayrağımın dalgalandığı her yere giderim” dedi. Ailesi vazgeçiremeyince babası onunla beraber yola çıktı.

Okul harabe, sıralar kırık dökük, duvarlar yıllardır boyanmamıştı.

Neşe öğretmen köy muhtarını ve köyün ileri gelenlerini topladı, yardım istedi. Baktı ki yanaşmıyorlar, “Masrafları ben maaşımdan karşılayacağım, siz sadece bana duvarcı, boyacı, camcı, marangoz ustaları bulun” dedi. 10 gün gece gündüz çalıştı ve okulu açtı. Masraflar 3 maaşına mal olacaktı.

Öğretmenliğinin 26’ncı günüydü. Daha 21 yaşındaydı. Akşam eve gelmiş, yorgundu.

Aniden kapı çaldı. Babasının “Kim o” sorusuna dışarıdan “Açın, köydeniz. Neşe öğretmene bir şey soracağız” dediler. Kapı açıldı, karşılarında silahlı teröristler. İçlerinden Türkçe konuşan biri babasına sertçe bir tokat attı ve “Baskıcı T.C.’nin hiçbir öğretmenini Kürdistan’a sokmayız” dedi.

Baba yalvardı “Beni öldürün kızımın bir suçu yok o daha çok genç” dedi. Bu son sözleriydi, oracıkta öldürüldü.

Neşe öğretmeni saçlarından sürükleyerek köyün içinden çıkışına götürdüler. Sol göğsüne 5, sağ göğsüne 5 mermi sıkıp şehit ettiler.

Tarih; 26 Ekim… Yani, Cumhuriyet Bayramı’na 3 gün kalmıştı. Neşe öğretmen görevinin başındaydı ve öğrencilerine Cumhuriyeti, onu kuran Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlatacaktı…

Neşe öğretmen, takvim yapraklarına bakıp bayram tatilini diğer günler ile birleştirip bir rapor patlatıp yan gelip yatmak için memleketi Tekirdağ’a gitmemişti… Köyünde görevinin başında şehit düşmüştü…

Ne diyordu başöğretmen ATATÜRK;

“Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer unsurlarıdır.”

Cumhuriyet ilelebet yaşasın diye Diyarbakır, Bismil, Çavuşlu Köyü’ne gitmişti Neşe öğretmenim…

Neşe Alten, bebek katili Abdullah Öcalan’ın talimatıyla şehit edilen binlerce Cumhuriyet öğretmenlerimizden sadece birinin ismidir…