İDARECİLERE NASİHATLER

İslam tarihi, idarecilerin ilme ve ulemaya saygı gösterdiği ölçüde yüceldiği, aksi halde yani ilimden ve ulemadan yüz çevirdiği, adaletten uzaklaştığı, devletin ceberutlaştığı ve sistemin yozlaştığı ve devletlerin yıkıldığı dönemlerin hikayeleriyle doludur,

Ulema-ümera ilişkisinin sağlam tutulduğu dönemler yücelişi aksi yani ulemanın sultanların gölgesine sığınması da yıkılma sürecini doğurmuştur.

Konunun uzmanları bu durum için kısmen sultanları suçlasa da asıl suçun ulemada olduğu kanaati daha yaygındır.

Ulema bu tür durum şu üç tercihle karşı karşıya kalmıştır; Ya iktidarın gayrimeşru isteklerine boyun eğmek ve saray fetvacılığına razı olmak ya bir köşeye çekilip siyaset ve yönetime karşı bütünüyle umursamaz bir tavır takınmak ya da zulüm ve haksızlıkların dinden vize alamayacağını söyleyerek hakperest ve yiğitçe bir duruş sergileyebilmek.

İlkini kabul eden, yani iktidara yakın duran ve onların politikalarını meşrulaştırma görevini üstlenen ulemanın, elde edeceği makam ve mevkilerle dünyasını mamur hale getireceğinde şüphe yoktur. Fakat aynı ölçüde onların ahiretlerini tehlikeye atacaklarından da şüphe edilmez.

Çünkü bütünüyle siyasete eklemlenen ve yöneticilerin emri altına giren ulema hem kendileri için en büyük vazife olan iyiliği emretmek kötülükten men etmek görevini terk hem de dine aykırı fetvalar vererek ahiretini mahveder.

Efendimiz şöyle buyurmuştur; “Alimler, Allah’ın kulları üzerine peygamberlerin emanetçisidirler. Sultanla içli dışlı olmadıkları ve dünyaya dalmadıkları müddetçe. Böyle yaparlarsa (yönetimle içli dışlı-olup dünyalık peşinde koşarlarsa) kesinlikle peygambere ihanet etmişlerdir. İşte o zaman onlardan sakının ve onlardan korkun! Şüphesiz ki Allah âlimlerle içli dışlı olan yöneticileri sever; yöneticilerle içli dışlı olan âlimlere ise buğz eder. Çünkü âlimler yöneticilerle içli dışlı olurlarsa dünyaya rağbet ederler. Yöneticiler, âlimlerle haşir neşir olurlarsa ahirete rağbet ederler.

Şüphesiz ki benim ümmetimden bazı insanlar dinde fakih olduklarını iddia edecekler. Kur’ân okuyacaklar ve diyecekler ki ‘Biz emirlere gidiyoruz ve onların dünyalıklarından nasipleniyoruz. Dinimiz hususunda ise onlardan ayrılıyoruz.’ Böyle olması mümkün değildir. Zira gevenden yalnızca diken toplanır. Bu şekildeki sözleriyle de ancak hata ederler.

Ey Kab bin Ucre, sana, benden sonra gelecek zalim yöneticilere karşı Allah’a sığınmanı tavsiye ederim. Kim onların kapılarına gider, onları yalanlarında tasdik eder ve zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; ahirette havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir, ben de ondanım; işte bu kimse, havzın başında yanıma gelecektir,”

Ulemanın, sultanların niyetleri ve içinde yaşadıkları zamanın şartları da göz önünde bulundurularak inzivaya çekilmeleri bir yere kadar makul görülebilir. Siyasilerin hak ve adalete muhalif tavırları karşısında sessiz ve pasif kalınmasının sebebi, korku veya dünyalık bir kısım çıkarlarsa, din nazarında bunun da birinciden bir farkı kalmaz. Fakat fitne ve kargaşaların daha da büyümemesi adına görülen bir maslahattan veya konuşmanın bütünüyle faydasız olacağı kanaatinin ağır basmasından ötürü böyle bir tercihte bulunulmuşsa, isabetli bulunmasa da “Bu da bir içtihattır.” denilip geçilebilir ve mazur görülebilir.

Fakat her halükârda zulüm ve haksızlıklar karşısında en çok konuşması gereken ulemanın da sükuta dalmasının, zalim ve zorba yöneticileri daha da cesaretlendirip küstahlaştıracağının unutulmaması gerekir.

Yüce Peygamberimiz bu konuda da şöyle uyarır; “Sizden birinin herhangi bir kimseden duyduğu korku, hakkı söylemesine veya yapmasına engel olmasın!

Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında adaleti dile getirmektir.”

Kuran ve Sünnet açısından meseleye bakılacak olursa, bir mümine yakışan asıl tavrın üçüncüsü olduğu görülecektir. Bu da iktidar seçkinlerinin zulüm ve haksızlıklarını imkân dahilinde önlemeye çalışmaktır. Esasında bir âlimin en önemli görevi de iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün ise ortadan kalkması veya azalması istikametinde elinden gelen performansı ortaya koyasıdır. Bu görevin kendisine karşı eda edileceği insanlar sadece halk değildir; aynı zamanda yöneticilerdir.

Ayet ve hadisler zulmetmeyi, zulme yardımcı ve taraftar olmayı kesin bir dille yasakladığı gibi, zulüm karşısında duyarsız ve sessiz kalınmasını da yasaklamıştır. Mesele Enfal Suresinde Cenabı Hak; Zulümden ötürü gelen fitnenin sadece zulmedenlere isabet etmeyip herkese dokunacağını ifade buyurmak suretiyle zulme engel olunması gerektiğine işaret eder.

Çünkü zulme engel olmak iyiliği emretmek kötülükten menetmek misyonunun gereğidir.

Bir başka ayette Cenabı Hak, bu görevi terk edenleri uyarır; “Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!” (Maide, 5/79)

Efendimiz de bu konuda; “İnsanlar zalimi görürler de duyarsız kalır onun zulmüne mâni olmazlarsa, hiç şüphe yok ki Allah’ın azabı herkesi kuşatır. Hayır, hayır, zalimin zulmüne mani olmadıkça size de kurtuluş yoktur. Zayıfın, hiçbir rahatsızlık duymadan/sıkıntıya maruz kalmadan hakkını güçlüden alamadığı bir ümmet yüceltilmez/günahlarından temizlenmez” diye uyarmıştır.

Dedik ya bu konuda alimlerin sorumluluğu daha fazla…

Çünkü bu konudaki öncelikli görev de alimlere aittir; özellikle de yöneticilerden gelen zulüm ve haksızlıklar karşısında. Çünkü ulemanın, halk ile yöneticiler arasında ortada bir yerde durması ve her iki tarafa yönelik olarak da kendisinden beklenilen misyonu yerine getirmesi gerekir.

Yüce Mevla, öncelikli sorumlusunun ulema olduğuna şu ayetle işaret eder; Bari onların mürşitleri ve fakihleri onların günah olan şeyler söylemelerini ve haram yemelerini önleselerdi ya! Ama heyhat! Bunların yaptıkları da ayrıca bir çirkin!”

Şayet zulme engel olmaları gereken yerde onlar da duyarsız ve umursamaz bir tavır takınırlarsa, başta kendilerine sonra da topluma yazık etmiş olurlar. Çünkü alimler, toplumda rehber ve önder kimselerdir. İnsanların çoğu, onların hareket tarzını örnek alır. Ulemanın acziyet, korkaklık ve zillet içinde düştüğü bir yerde kim bilir halk nasıl bir hâle maruz kalır? Ayrıca yöneticiler, en fazla toplumda itibar ve statü sahibi olan kimselerden korkarlar. Şayet onlar, iktidar mensuplarının yolsuzluklarına, zulümlerine, zorbalıklarına ve daha başka gayrimeşru icraatlarına sessiz kalırlarsa, ortaya çıkan zarardan bütün toplum mağdur olur.

Kendilerine yazık etmelerinin sebebi ise sahip oldukları ilmin hakkını vermemeleridir. Zira ilim öğrenmenin öncelikli maksadı budur.

Efendimiz, Allah rızası için, yani hak ve hakikate hizmet etmek için değil de daha başka maksatlarla ilim elde edenleri sert bir dille uyarır: “Her kim ilmi şu dört şey için talep ederse Cehenneme girer. Âlimlerle karşılıklı öğünmek, cahillerle çekişmek, insanların ilgi ve alakasını kendisine yöneltmek ve yöneticilerden bir şeyler almak!”

İslam’da ilim, bu tür şeyler için öğrenilmez. İlim öğrenmenin maksadı ne kişinin egosunu güçlendirmesidir ne statü kazanması ne de birilerinin gözüne girmesi. İlmin maksadı, insanlığa hayırlı ve faydalı işler yapabilmek, insanlara gerçek özgürlüğe giden yolu gösterebilmek, onların hayatına anlam katabilmek, yeni bir kimlik inşa edebilmek, zihni ve ahlaki bir dönüşüm gerçekleştirebilmektir.

Yüce Allah, pek çok kez vahyin bir kısmını gizleyen veya onu dünya menfaati karşılığında satanları lanetlemiştir; Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız, Onu asla gizlemeyeceksiniz!” (Al-i İmran, 3/187). Peygamber Efendimiz de, “Kim kendisine bir bilgi sorulur da onu gizlerse, kıyamet günü ona ateşten bir gem vurulur” sözleriyle kişinin bildiğini gizlemesinin ne kadar tehlikeli olduğuna dikkat çeker.

Allah’ın gereğiyle amel edilmesi için gönderdiği Kuran’ı gizlemenin veya dünya menfaati karşılığında satmanın pek çok şekli vardır. İktidar elitlerine yaranmanın, onların arzuları istikametinde görüş beyan etmenin, onların zulüm ve haksızlıklarına sessiz kalarak dolaylı yönden onaylamanın da bunlardan biri olduğunda şüphe yoktur. Sahip oldukları ilmin gereğiyle amel etmeyen kişilerin, ayette, sırtında kitap taşıyan merkeplere benzetildiğini de hatırlatıp geçelim.

İşte bu itibarladır ki ulema, iktidar sahipleriyle arasını iyi tutma, onların gözüne girme, güvenlerini kazanma veya bir kısım çıkarlar elde etme adına siyaset yapmayı bir kenara bırakarak, cesurca ve dürüstçe bildiği gerçekleri söylemek suretiyle halkı aydınlatmalı, topluma rehberlik yapmalıdır.

İmam Gazali’nin şu sözleri ulemanın misyonuna işaret eder: “Eski alimler emr-i maruf nehy-i münkerde yani iyiliği emretme kötülükten men etmede o kadar arzulu idiler ki sultanların satvetlerine bile aldırış etmezlerdi. Bu yolda sadece Allah’ın himayesine girmeyi ve kendilerini korumasını düşünür ve O’nun kendileri hakkında vereceği hükme razı olurlardı. Hatta haklarında şehadet hükmü vermesini candan arzu ederlerdi. Fakat şimdi âlimlerin dillerini tamahkârlıkları bağladı, onlar sustular. Konuşurlarsa da sözleri ile özleri birbirine uymaz. Bunun için zafere ulaşamazlar. Şayet doğru konuşup hakkı savunsalardı elbette sözleri etkili olur, kendileri de felaha ulaşırdı. Memurların fesadı, hükümdarların fesadı iledir. Hükümdarların fesadı da ulemanın bozulmasıyladır. Âlimlerin bozulması ise mal ve mevki sevgisi iledir. Dünya sevgisi içini kaplayan bir kimse bayağı insanları bile irşat edemez. Nerede kaldı hükümdar ve büyükleri irşat etme!”

Netice

İlim, onu elde edeni Allah’a ve peygambere yaklaştırdığı ve diğer insanların önüne geçirdiği gibi, aynı zamanda sahibinin omzuna da ağır bir yük ve sorumluluk yükler. Âlimler, korkacaklarsa zalim yöneticilerden değil, asıl Allah’tan korkmalıdırlar. Çünkü, “Allah’ın gücü yegâne üstün, cezası da daha şiddetlidir,” (Nisa, 4/84). Ulemanın, yöneticilerin yanında şeref ve itibar aramaları da büyük bir yanılgıdır. Çünkü “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır,” (Fatır, 35/10).

Şunu kabul etmek gerekir ki ilmin ve ilim adamlarının karşısındaki en büyük tehditlerden biri, istibdattır, yani baskı ve zorbalıktır. Âlimlerin, otoriter rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde kendilerinden beklenen vazifeyi yapmaları hiç de kolay değildir. Zira rahatsız oldukları ve yanlarına çekemedikleri âlimleri, yalan ve iftirayla suçlu gibi göstermek ve itibarsızlaştırmak veya devletin güç ve şiddet aygıtlarıyla acımasızca ezmek ve sindirmek, zorba yöneticilerin öteden beri başvurdukları başlıca taktiklerdir.

İşte tam da bu yüzden ulemanın her tür baskının, zulmün ve zorbalığın karşısında durması ve ne pahasına olursa olsun bunların önüne geçmesi gerekir. Onlar, daha baştan yalnızlığa itilmeyi de, itibar suikastına uğramayı da, zalimlerin tasallutuna maruz kalmayı da göze alabilmelidirler. Zira onlar bunu yapmadığı takdirde, özgürce düşüncelerini dile getiremeyecek, ilim ve fikir hayatına hizmet edemeyeceklerdir. Sessiz kaldıkları zulüm ve haksızlıklar bir gün gelip onları da hedef alacaktır. Ya zillet içinde yaşamayı tercih edecekler ya da despotizmin paletleri altında ezilmeyi…

Zorba yöneticilerin ve onların destekçilerinin de şunu çok iyi bilmesi gerekir ki, ulemanın yandaş hâle getirildiği, itibarsızlaştırıldığı veya etkisizleştirildiği bir ülkenin uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Zira böyle bir toplumda ilim değil, cehalet gelişir. Eğitim hayatının ve ilim adamlarının tahakküm altına alındığı ve tabir-i caizse oyuncak haline getirildiği bir ülkede kalıcı felaketler ortaya çıkar ve er-geç bütün halk bunun ağır faturasını ödemek zorunda kalır. Bundan dolayıdır ki siyasiler, sırf halk nazarında itibar kazanabilmek ve meşruiyet devşirebilmek için dini kendilerine alet etmemeli ve ilim adamları üzerinde baskı kurmamalıdırlar. Kendisini rahat ve güvende hissetmeyen ilim adamlarının yazabilmesi, üretebilmesi, ilim hayatına hizmet edebilmesi çok zordur.

Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki, ulemanın asıl gücü bağımsızlığındandır, düşünce ve ifade özgürlüğündedir. Onun özgürlüğünü koruması da güç ve makam sahiplerini değil, sadece Allah’ı memnun etmeyi hedeflemesiyle mümkün olacaktır. Farklı bir ifadeyle onun bağımsızlığını koruması, inandığı gibi yaşamasına ve inandığı değerlere hizmet etmesine bağlıdır. Âlimlerin dünyevî çıkarlar peşinde koşması, savundukları hak ve hakikate gölge düşüreceği gibi, herhangi bir dünyevî otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğmeleri veya onların güdümüne girmeleri de sahip oldukları ilme ihanet demektir. Ulema, şunun bunun değil hakikatin sözcüsü olabildiği, zayıf ve mazlumları savunduğu, her tür baskıcı otoriteye meydan okuduğu nispette kendisi olarak kalacaktır.

Tarihten bir örnek;

Sultan Baybars, Moğollara karşı savaşmak üzere Suriye’ye giderken gerektiğinde savaşın masrafının karşılamak için halkın malına el koymasının caiz olduğuna dair ulemadan fetva istedi. Suriye uleması Baybars’ın bu isteğine olumlu yönde bir fetva yazdı. Ancak İmam en-Nevevi, Baybars’a istediği fetvayı vermemişti. Sultan, huzuruna getirttiği en-Nevevi’ye ulemanın fetvasını tasdik etmesini emretti. İmam tasdik etmekten imtina edip, Sultan Baybars sebebini sorunca şu cevabı aldı:

“Senin bir zamanlar Emîr Bundukdâr’ın kölesi olduğunu biliyorum. O zamanlar malın mülkün de yoktu. Sonra Allah’ın inayeti ile sultan oldun. 1000 tane memlûkün (kölen) ve bunların her birini üzerinde altından zırh olduğunu duydum. Yine 200 cariyen ve bunların her birinin üzerinde mücevherler varmış. Sen önce kölelerinin ve cariyelerinin üzerindekileri sat. Ben ondan sonra sana istediğin fetvayı yazacağım”.

Baybars bu sözleri işitince sinirlendi ve en-Nevevi’ye “şehrimden (Şam’dan) çık” diyerek ona zulmetti.

İslam tarihi güzel örneklerle de doludur;

Hacı Bayram Veli Hazretlerinin, Sultan İkinci Murat Han’a nasihati;

Teban içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikramda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbaplık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese itimat ver, ahbaplık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.

Bazılarının da nasihate hiç ihtiyacı yoktur, mesela Hazreti Ömer…

Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu; “Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?”

Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum!”

KISSADAN HİSSELER

HZ. Ali’nin yeğeni Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti.
Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek
geldiğini gördü. Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi.
Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü.
Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek
üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu; Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?

Köle sıkılarak cevap verdi; İşte bu üç parça ekmek.

O halde neden kendine hiç ayırmadın?

Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim.

Pek, sen ne yiyeceksin şimdi?
Oruç tutacağım.

Bunun üzerine, Abdullah, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı, döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi; Seni azat ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum.
Olayı duyanlar Abdullah’a sordular; Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin!

Abdullah ibretlik bir cevap verdi; Ama o elindeki her şeyi verdi, ben ise elimdekinin bir kısmını...