Aslında Rusya’da yaşananlara değinmem ‘ben demedim mi’ diyerek bundan pay çıkarmam gerekiyor ama yapamıyorum. Telaffuzu bile zor ve utanıyorum…

Suriye işgali ve ardından yaşanan içsavaş; Rusya için ‘sıcak deniz’, İngiltere, Fransa ve Amerika için ‘petrol’, İsrail için ‘güvenlik’ anlamına gelir.

Peki, Türkiye için? Bunu halen çözebilmiş değiliz…

Rusya, yüzyılın rüyasını gerçekleştirdi, sıcak denizlere indi…

İngiltere, Fransa ve Amerika Suriye petrollerine kondu…

İsrail, BOP’un yürürlüğe girmesi ve Suriye’nin işgali ile birlikte çok daha mutlu ve güvende…

Peki, BOP’tan bu yana, ABD ile Rusya arasında savrulup duran Türkiye, ne kazandı?

Kazancımıza dair, hamaset dışında elimizde bir veri yok.

Nitekim, iç politikada zafer havasında sunulan son mutabakat ile Suriye’de konuşlandığımız alan bile daraldı. Uğruna verdiğimiz şehitler de cabası…

Suriye aslında bizim için komşuluk, ticaret, din kardeşliği, sınırlarımızın güvenliği anlamına geliyordu.

Aramızda PKK kaynaklı sorunlar yaşandıysa da bunu Adana Mutabakatı ile çözmüş, APO’yu sınır dışı ettirmiş ve ardından kurulan AKP hükümeti sayesinde karşılıklı kapıları açarak hem akrabaları buluşturmuş hem de ticaretimizi en üst seviyeye çıkarmıştık.

Bunun mimarı, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bu başarısını -haklı olarak- iç politikada kullanıyor, miting meydanlarında;

“Sevgili Gaziantepliler; 10 yıllar boyunca Türkiye sanal korkularla gereksiz endişelere maruz bırakıldı. İçeride sanal tehditler, dışarıda düşmanlar üretildi.

Biz geldik bu anlayışı yıktık.

Suriye ile Türkiye daha 7,5 yıl öncesine kadar birbirine husumetle bakıyordu, iki ülke zaman zaman savaşın eşiğine geliyordu.

Biz geldik Esat kardeşimle oturduk. Ve Türkiye ile Suriye'yi bölgenin iki kardeş, iki dost ülkesi haline getirdik.

Her alanda iş birliğine gittik. Ekonomide, ticarette, dış politikada, kültürde, sanatta, ulaştırmada, bayındırlıkta iş birliği anlaşmaları imzaladık.

Suriye'yle Türkiye arasındaki mayınları temizlemek için adımlarımızı attık. Suriye'yle aramızdaki vizeleri kaldırdık.

Şimdi benim Gaziantepli kardeşim cebine pasaportunu koyuyor istediği gibi Halep’e, Şam’a gidiyor. Halep’teki, Şam’daki, Lazkiye’deki, Humus’taki kardeşim cebine pasaportunu koyup Gaziantep’e geliyor.

Soruyorum, kim kazandı? Gaziantep kazandı. Esnaf kardeşim kazandı. Tüccar kazandı. Sanayici kazandı. Vatandaşım kazandı değil mi?

Düşman üretme politikasından yarar değil, zarar gördüğümüz ortaya çıktı değil mi?” konuşmaları yapıyordu.

Öyleydi gerçekten…

Peki, Recep Tayyip Erdoğan’ın gayretleriyle dost ve kardeş haline gelen bu iki ülke, bugün yine Recep Tayyip Erdoğan’ın dahli ile nasıl düşman oldular?

Erdoğan, Türkiye’nin Başbakanı Erdoğan sıfatıyla kurduğu dostluk ilişkilerini, kendi ifadesiyle diğer görevi olan BOP’un eşbaşkanı sıfatıyla bozmak zorunda mı kaldı, bilemiyoruz.

Birden bire ‘kardeş Esat’ diktatör Eset oldu, ele ele ailece tatil yaptığımız Esat’a düşman, ABD ile kanki oluverdik hem de ‘şu ABD Esat’ı bombalamadı gitti’ diye kızacak kadar…

Sonra Suriye bölündü, parçalandı, sair ülkeler amacına ulaşırken bize kala kala milyonlarca mülteci ve yüzlerce şehit kaldı maalesef…

Ah keşke, alanında uzman, iyi yetişmiş ve dış politikayı çok iyi bilen elçilerimizi ‘monşer’ diye küçümseyip,  yerlerine gittiği ülkenin dilini bile bilmeyen ve çoğunluğu çifte vatandaş yandaşlarınızı atayarak ‘diplomasi’ hafızamızı silmeseydiniz…

Ah keşke, barışa endeksli dış politikamızı yerle yeksan etmeseydiniz.

Ve ah keşke, bir parça Atatürk gibi düşünebilseniz ve politikalarını çiğnemeseydiniz.

Şimdi bay Kemal’e(!) “Gazi Mustafa Kemal ne diyordu; ‘Ben size ölmeyi emrediyorum’… Sen kendi partinin geçmişinden bile bihabersin. Sen şehitliği bilmezsin! Sen şehitliği anlamazsın! Sende o iman da yok!.” demek yerine, Atatürk’ün adını ve namını kullanmak yerine, Atatürk’ün Ortadoğu politikasına sadık kalsaydınız…

Keşke Atatürk’ün kim olduğunu CHP’ye anlatana kadar, sizler anlayabilseydiniz.

Her şeyden önce, Gazi Mustafa Kemal o emri verirken, cephede askerlerinin en önünde ve vatan toprağı Çanakkale’deydi.

“Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler ve komutanlar alabilir” derken, en başta kendisi şehit olmayı göze alıyordu.

O Atatürk ki sağ olsaydı;

Emperyalizmin kazanacağı besbelli olan bu savaşta asla yer almaz, haliyle Rusya, Akdeniz'e inemez, Suriye bölünmez, Emperyalizm Suriye topraklarında garnizon devletini kurma aşamasına gelemez, sınırlarımızda teröristler cirit atamaz, yüzlerce Mehmetçik şehit düşmez, ülkemiz milyonlarca göçmenin akınına uğramaz, ekonomimiz taşıyamayacağı bu ağır yükün altına girmez, tüm komşularımızla aramız bozulmaz, Türkiye, göçmenler nedeniyle aşılması çok zor sosyal sorunları yaşamak durumunda kalmazdı…

Atatürk gibi düşünülseydi eğer; Türkiye, vatandaşlarının huzur ve güven içinde kardeşçe yaşadıkları, milli geliri hakça paylaştıkları, laik eğitimi ve yüksek refah seviyesiyle Ortadoğu'nun yıldız gibi parıldayan ülkesi olmaya devam ederdi.

Keşke Atatürk’ün; “Aynı emperyalist devletler aynı derecede şiddetle Türk'ün de Arap'ın da Irak'ın da Anadolu'nun da Suriye'nin de düşmanlarıdır…” sözündeki hikmeti anlayabilseydiniz de, bugünleri yaşamak zorunda kalmasaydık…