Milli Otomobil diye bir proje atıldı ortaya. Halkımızın da nerdeyse en büyük hayali

bir otoya sahip olma zamanları. Ki, bence bu artık bir hastalık haline de geldi.

Türkiye, dünyada en çok otomobil fabrikası olan ülkelerden birisi. Ama, ülkemizde

üretilen otolar hep yabancı lisans-marka.

İhracatımızın her yıl artar görünmesine de, yabancı ülkelere ihrac edilen otolar en

büyük paya sahip.

**

İşin en çetrefilli yanı da hesap kitabın bu tarafı. İşin toprağı, işin emekçisi ne kazanır;

işinin efendisi ne kazanır? Yabancı, nasıl kazançlı ki, hiç birisi ülkeden kaçmıyor?

Adapazarı Toyota Oto fabrikası nefis bir örnektir. Çünkü, Türkiye’de yerli parça

kullanma oranı en yüksek oto % 62-63 gibi Toyota imiş. Pekiii...

Toyota, Türkiye’de kendi ürettiği parça yüzdesi % 37-38 olsa da kazanıyor ki, mutlu!

Japon’un ürettiği % 37-38 parça katkısı, bizim ürettiğimiz % 62-63 yerli parçadan

çok daha ileri teknoloji isteyen, çok daha pahalı malzemeler. Asıl kazanan teknoloji!

Yani; Yerli-Milli Oto da yapsak, biz O teknolojilerle parça üretmezsek, yine işin

hamallığı ile sınıfta kalırız. Hamaliyeciliği aşacak gençliğimiz var.

**

Enerji sektörü dururken; Milli Oto dendi : -) Emsal markalardan % 5 daha ucuz

olacakmış. Daha ortada maliyeti yok. % 100 Yerlilik de deli para yatırımdır : -(

Türkiye’de, devletin kimi oto satışlarından % 60-70 vergi aldığı bilinir. Yabancıya

markaya ödediğimiz parayı da düşünün; memnunlar ve yatırıma devam diyorlar!

Milli Oto da ve ithal edilen her şeyde de, yol belli. Dünya çapında genç bilim

insanlarımız var. Her sektörde önleri açılsın. İthal ikamesi yüksek teknoloji üretsinler.

İthalata harcanan, yabancıya ödenen paralar-dövizler azalmadıkça iki yakamız bir

araya gelmez. Bu genç potansiyel de ülkemizde fazlasıyla var. Amaaa:

Üniversiteler özerk olabilse! Akademik Gençlik söylemlerini şiddetle susturmasak,

Onlar çok şey kotarır... Evinde çocuğunu susturan, pıstıran asla kazanamaz!

SEÇİM OLACAK AMA;

EVİNİ, İŞİNİ VE HUZURU ÖNCELE !

Son günlerde; kimle karşılaşsam, nereye gitsem O malum soru: “ Abi ya, nasıl

görüyorsun, n’olcak bu ülkenin hali?”... Ne söyleyeyim?...

Ülke, bile bile imiş gibi öyle karmaşalara sokuldu ki, sanki herkes birbirine ahkam

kesmek zorunda? Bu ülke düzelmez abi! Kim gelirse gelsin düzelmez lafları uçuşur.

Kafamı kaldırıp, olan biteni görmeyi biraz bilirim! Herkeste bilir ama, gerçekçi olup

gördüğünü söyle(ye)mez! Ben söylerim, çok da göz önünde yazarım.

**

Siyasi makamlara seçtiğimiz herkesle aynı okulda okuduk, aynı mahallede, aynı

köyde büyüdük. Çok çok büyük bir kısmı, mesleğinde benden de sıradan birisiydi.

Seçildi; hemen hepsi, her yıl AİLECEK somut maddi GELİŞMELER YAŞADILAR.

Oturdukları mahalle-köy değişti. Çocukların okulları değişti. Altlarında otolar değişti.

“ Kibir yok, şatafat yok, ayrım yok!” lafları çok. Ama görüyoruz ki, seçilmiş siyaset

makamına tırmananlarda kibir de, şatafat da zirvede. Hem de 5 yıldızdan da fazla.

**

Halkımıza:“ Tamam, seçim var ve ülke için çok önemli. Ama, siz evinizi, işinizi şu

günlerde bayağı ihmal etmişseniz, hata yaparsınız. İşinize, evinize sarılın!” derim.

Daha önemlisi; Siyaset ve Siyasetin arkasını önünü hiç düşünmeden kullandığı

Ayrımcı ve Saldırgan dil insanlarımızı birbirine düşürmesin.

Sakarya’da, arabasının arkasına, herhangi bir şehir ismini Vatan gibi yazan bile O

kuyuya taş attığını bilsin. Sakarya’da yaşayan herkes O Ayrımı bile bence ayıplamalı.

Çocuklarımızın okullarını bile ayıran hiç bir siyaset, ülke halkının birlik beraberliğine

katkı yapamaz. Çocuklarımız zekasına, yeteneğine ve kendi istediği okula rahatça

gidebilmeli. Dayatma, biata hazır nesiller yaratır. Sen gidersin, başka biat gelir!

İyi bakın; siyaset bir tek gün kendi çoluk çocuğunun okulunu, işini gücünü, yaşamını

heba eder mi? Fütursuzca heba edilen tüm çocuklar bizim çocuklarımız değil mi?

Seçim olur; herkes evine, işine, huzuruna, dostluklarına göz kulak olsun.

“ BEN YAPTIM,

H. KURTİÇ ZEKİ TOÇOĞLU’NU TEBRİK ETTİ : -)”

Siyasetin gerçekleri, var olan tüm yaşam erdemlerinden çok daha erozyonludur.

Hiçbir siyasetçi, her gün, her an; kişiliğine aykırı yollara sürüklendiğini göremez.

Siyasete onca yabancı birisi olduğum halde; yazmaya başladığım ilk günden beri

yaşadıklarımı yazsam kaç roman olur kimse inanmaz. Ben de hiç izleri de kalamaz.

Çünkü, Siyaset dünyasına çok uzağımdır. Hangi kesimden olursa olsun...

**

Adapazarı’nda, bizim yaş kuşağımızda, aklıma geliveren, 1 Erkek Sanat Okulu, 1

Ticaret Lisesi, 1 Kız Sanat Lisesi, 1 İmam Hatip Lisesi, bir de Adapazarı Lisesi

Hangi okuldan olursan ol, hemen herkes birbirini tanırdı. Şu gün bile Onlardan birisi

ile karşılaşsam O yaşların harika günlerine dönerim.

İnsana güzel günlerini hatırlatan herkes ve her şey paylaşılan mutluluklar oluyor.

**

Siyasete kendisini gömmüş bireylerde o huzuru bulmak zordur. Olumsuzluklar da

ruhlara daha çok kazınır gibidir. Ben de, kin ve intikamdan nefret eder, korkarım.

“ Fitne !” değil, öyle algınacak her şeyden de uzak olmak isterim. Depremden sonra

bu şehirde neler yaşadık. O günlerde yaşadıklarım hayatımdaki en büyük zenginliktir.

Serdivan, Çark Caddesi’ndan geçilen köprüden hemen sonra başlamaz. Köprüden

sonra da Adapazarı’dır. Deprem sonrası ilk ayağa kalkan cadde ve çarşılar oradaydı.

Ben de, O günün Serdivan Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu’na, deprem yaşamış şehre

büyük moral veren O Cadde ve Çarşıları hayata geçirdiği için övgüler dizmiştim.

Ara bozmamak için, yaşadığım şu olayı yazmadım. O Cadde ve Çarşılar Aziz

Duran’ın belediye başkanı olduğu Adapazarı Belediyesi’nin çalışmasıymış.

Aziz Başkan bana bunu dolaylı iletti. Ama, küçük bile olsa fitneye yol açmamak için

bugüne kadar sustum. O bölgenin Adapazarı Belediyesine ait olduğunu bildiğim

halde yanlış yazmışım. Kendimi de tekzip etmedim...

Aziz Duran da, Zeki Başkan da etmedi. Sanırım herkes için fitneden uzak kalmak

önemliydi. Her şey geçer; şehrin yaşaması devam eder. Kaygımız bu olmalı.