Elleri cebinde koğuşta bir sağa bir sola volta atıyordu. Aralarda durup, ufak bir aradan giren gün ışığına bakıyor, dışarıdaki hayatı düşünüyordu. O burada çaresiz, sıkılmış ve hiçbir şey yapamazken insanlar dışarıda neler yapıyordu? Yatağının altında bulunan mektupları çıkardı. Ailesinden, arkadaşlarından ve sevdiğinden gelen o mektupları tekrar okumaya başladı. Hepsine cevap vermişti ama tekrar bir şeyler yazmak, bir sürü şey söylemek istiyordu ama kâğıtlar yetmiyordu.

Gardiyan geldi. Elindeki copuyla demir parmaklıklara vurdu. Parmaklıkların sesi içeride yüksek sesle yankı yaptı ve elleriyle kulağını kapattı. Uzun süredir buradaydı. Her şeye alışmıştı ama o demir parmaklıkların soğukluğuna ve sesine alışacak gibi değildi. Zaten alışsa da bir şey fark etmeyecekti çünkü çok zamanı kalmamıştı. Gardiyan elindeki kahvaltı tepsisini parmaklıkların ortasındaki küçük girişten içeriye koydu. ‘’Kahvaltını hemen bitir. On dakika sonra toplamaya geleceğim. Hapishane müdürümüz de bugün gelip seni görecek’’ diyerek, cevap beklemeden oradan uzaklaştı. Tepsideki bir dilim ekmeği ağzına attı, yavaş yavaş çiğnemeye başladı ama boğazından zor geçiyordu.

On dakika sonra gardiyan hapishane müdürüyle geldi. Müdür direkt söze girerek ‘’Bugün burada ki son günün. Sonsuzluğa yollayacağız seni. O yüzden son isteklerini yerine getirmekle yükümlüyüz. Yemek olarak ne istersin? Görüşmek istediğin biri var mı?’’ gibi art arda sorular sordu. O kadar ani oldu ki cevap bile veremedi. Müdür ‘’Hey oradaki sana söylüyorum duymuyor musun?’’ diye tekrarladı. Ama yediği ekmekten midir yoksa ölüm korkusundan mıdır bilinmez ağzı açılmadı, konuşamadı, boğazı kurudu. Cevap gelmeyince müdür gardiyana bir şeyler söyleyerek oradan ayrıldılar. Tekrar yalnız kalmıştı. Sessizliğe o kadar alışmıştı ki buranın en iyi yanı nedir diye sorulacak olsa sessizliğidir diyecek hale gelmişti.

Zaman geldi. Gardiyanlar mahkûmu almak için demir parmaklıkların kapısını açtı. Ses etmeden ayağa kalktı. İki gardiyan koluna girdi ve infazın gerçekleşeceği yere doğru yürümeye başladı. Odaya geldiklerinde etrafı süzdü. Karşıda aynalı bir cam, ortada hasta yatağı, bir doktor ve bir de hemşire vardı. Yatağa yatırdılar. Doktor kulağına ‘’Son bir isteğin var mı? Varsa bana söyleyebilirsin.’’ dedi. Yine ağzını açmadı yok dercesine kafasını salladı. Artık kendi için başkaları tarafından yazılmış olan sonu bekliyordu. İçinden hani insan kendi geleceğini kendi yazardı dese de artık bir faydası yoktu. Doktorun talimatıyla damarına bağlanan kablolardan sıvı akmaya başladı. Saniyeler içerisinde hayat fonksiyonları durdu. Doktor aynalı cama doğru kafasını kaldırarak ölüm onayını verdi. Hemşire maktulün cebindeki kâğıdı buldu ve okuduktan sonra doktora verdi. Kâğıtta yazanlar doktoru şüpheye ve şaşkınlığa uğrattı.

‘’Bu yazdıklarımı her kim okuyorsa selam olsun. Anam babam okuyorsa ellerinden öper, sevdiğim okuyorsa onu çok sevdiğimi bilmesini ister, arkadaşlarım okuyorsa hepsine teker teker teşekkür ederim. Haksız bir yargılanma sonrası, işlemediğim, orada bile bulunmadığım bir cinayetin suçu üzerime kaldı. Tek suçum kendimi bu sisteme inandırıp, savunmamdı. Savunmasaydım belki de bunlar başıma gelmeyecekti. Böyle şeylerin hep masumların, iyilerin başına geldiğini bu zamanda öğrendim. Varsın suçlu desinler gerçeği sadece ben biliyorum. Bu kâğıdı olur da infazımı yapan doktor, hapishane müdürü ve beni yargılayan hâkim okursa sadece şunu bilin yeter. Masumların canına kıymaya daha ne kadar devam edeceksiniz? ’’