Bölge İdare Mahkemesi’nin iptal ettiği ‘ÇED Kararı Gerekli Değildir’ kararının Danıştay tarafından bozulması üzerine konuyu AYM’ye taşıyan Sakarya Kent Çalışma Derneği Başkanı Av. Zafer Kazan, yaşananları ‘Toprakları köylünün toprakları olarak görmüyorlar’ sözleriyle değerlendiriyor

Yaklaşık 8 yıldır tartışmalara konu olan, mahkemelere intikal eden Karasu’nun Hürriyet mahallesindeki taş ocağı projesi son olarak Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Köylülerin gönüllü avukatlığını üstlenen Sakarya Kent Çalışma Derneği Başkanı (SKÇD) Av. Zafer Kazan taş ocağı hikâyesinin hukuksal boyutunu anlattı.

Zafer Kazan, kent içinde çeşitli hak ihlalleri, özellikle çevre ve doğa konusunda sivil halk direnişleri başta olmak üzere birçok davaya hukuksal destek sağlıyor.

Hatta yakın zamanda SKÇD bünyesinde bir avukat grubu oluşturup şehrin yardıma ihtiyaç duyan kesimlerine dayanışma amacıyla, dava süreçlerinde destek sağlamak gibi bir hedeflerinin olduğunu söylüyor ve ekliyor:  “Dernek olarak insanların, doğanın, çevrenin haklı sesine ses olacağız, mücadelemiz bu yöndedir. İnsanlar daha bilinçli bir şekilde geleceğine sahip çıksınlar istiyoruz.”

Zafer Kazan’la ofisinde buluştuk ve Hürriyet mahallesindeki artık neredeyse yılan hikâyesine dönen taş ocağı projesinin hukuksal boyutunu konuştuk.

“Köylünün ve insanların yapılan işe itiraz etmelerinden alerji oluyorlar.”

-26.07.2013 tarihinde Sakarya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından başvuru yapılan maden alanının 25 hektardan küçük olduğu gerekçesiyle “ÇED Gerekli Değildir” kararı veriliyor. Sizce bu kararın altında yatan sebepler nelerdir?

Sebep çok basit. İnsanların hakkını arayacağı belli başlı raporları ortadan kaldırmak istiyorlar. Bunlar aslında çok önemli raporlar. (ÇED'i kastediyor) Doğanın içerisinde herhangi bir tesis yapacaksanız, bunun doğal ortama olan etkisini ölçmeniz ve değerlendirmeniz gerekiyor. Ama bu işler formalite haline geldi. Formalite haline geldiği için çevreye verdiği zararı, etkiyi kimse önemsemiyor. Formalite yerini bulsun, imzaya dökmek bütün mesele, sadece formaliteyi yerine getirmek. Yani bu günümüzde birçok şeyin değerini ve içeriğini kaybetmesi gibi, yasaların da önemini kaybetmesiyle doğru orantılı bir durum. Kimse çevrenin ne derece etkileneceğiyle ilgilenmiyor, kimse nasıl bir sonuçla karşı karşıya kalınacağıyla ilgilenmiyor. Dolayısıyla rapor, hazırlanmadan, düşünülmeden, çevreye etkisi değerlendirilmeden sadece imza altına alınmış bir karar haline geliyor. Düşünebiliyor musunuz bir ormanın, meranın, doğal hayatın ortasına, ağaçların, canlıların, bitkilerin yaşadığı bir ortamda taş ocağı yapılıyor ve bu taş ocağının çevreye hiçbir olumsuz etkisi olmadığı söyleniyor. Bu, bilimle de çatışıyor, oradaki insanların doğrudan doğruya yaşam alanının ihlal edilmesiyle de çatışıyor. Bunun hukuki ve bilimsel açıklaması da yok. Tamamen formalite icabı yerine getirilmiş bir karar.

-Köylüler, alınan “ÇED Gerekli Değildir” kararından uzunca bir zaman haberdar olamadıklarını söylüyorlar. Köylülerin bu kararı yaklaşık 5 yıl sonra ve ancak proje sahibi şirketin alanda çalışmalara başladığı an itibariyle öğrenmiş bulunmasının sebebi nedir?

Kimse hakkını arasın, çevreye olan etkisini düşünsün, değerlendirsin istemiyorlar. Dolayısıyla formalite olarak alınan bir "ÇED Gerekli Değildir" kararının duyurusu da formalite olur. Yani gerçekten ÇED raporu hazırlandı mı ki insanların bilmesi isteniyor, hayır, bilinmesin isteniyor. Neymiş, internetten ilan ediliyormuş, kapıya duyuru asıp ilan ediliyormuş. Bu, ne halkın gerçekliğine ne de işin amacına uygun. ÇED raporu gerçekten önemseniyorsa ve insanlar tarafından bilinmesi isteniyorsa bunun çok kolay bir yolu var. Götürüp köy kahvesinin camına asarsınız kararı, "Köyünüzün ortasına kocaman taş ocağı yapacağız" dersiniz, bakın o zaman nasıl duyuru yapılıyor. Yani duyurunun köydeki hayatın gerçekliğiyle ilgisi yok. Köy yaşantısında bulunan insanların internetten kararı öğrenmesini bekliyorsunuz. Orada internet bile var mı şüpheli bir durum. Dolayısıyla köylü bunu bilmesin istiyorlar, çok açık ve net. Biz ne istersek yaparız, köylü bunu sorgulamasın anlayışını savunuyorlar. Bu tam bir efendi-köle ilişkisi. Köylü milletin efendisi olacaktı, millete efendi olup, köylüye efendilik taslıyorlar. Köylünün iradesini önemsemiyorlar, itiraz etme hakkını yok sayıyorlar. Köylünün ve insanların yapılan işe itiraz etmelerinden alerji oluyorlar. Son derece rahatsızlar ve işin bir sonraki safhası insanları kriminalize edip haklı talepleri susturmak oluyor.

“İhmal değil, kasıt söz konusu.”

-İdare Mahkemesi’nin iptal kararındaki gerekçeyi  Sakarya Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü  bilmiyor muydu? Neye göre ‘Çed Raporu Gerekli Değildir’ kararı verdi?

Bütün bunlar kasıtlı olarak yapılıyor. Yaptıkları işi amacına uyduruyorlar, tam bir kılıf hazırlama yani. Amaç ÇED raporu almak değil, amaç gerçekten çevrenin, doğanın nasıl etkileneceğini tespit etmek değil, amaç, her ne pahasına olursa olsun taş ocağını yapmak. Bu amaca giden yolda her şeyi meşru görüyorlar. Bütün olarak hazırlanması gereken bir değerlendirmeyi parçalara bölerek yasaya karşı hile yapıyorlar. Amaca gitmek için hile yapıyorsunuz, insanların öğrenme hakkının önüne geçiyorsunuz, bunu gizliyorsunuz, görüş değiştirebiliyorsunuz (Danıştay'ı kastediyor), oyunun kuralını değiştirebiliyorsunuz, yani tam bir hukuksuzluk bunun adı. Dolayısıyla, bilmez olur mu yasayı çiğnediğini, ama bile bile yapıyor. Sorun burada.

- “ÇED Gerekli Değildir” kararının halka duyurulması gerekmiyor mu? Bir ihmal söz konusu olabilir mi?

İhmal değil, kasıt söz konusu. Dediğim gibi, duyurmak isteyen kişi bunu net bir şekilde köy halkına duyurur. Özellikle köylü bilmesin isteniyor, özellikle gelişmelerden haberdar olmasın isteniyor, özellikle itiraz etmesin, kimse sesini çıkarmasın istiyorlar. Çünkü toprakları köylünün toprakları olarak görmüyorlar. Yani her yeri, doğayı, çevreyi, bulunduğu bütün toprakları, yaşadığı ülkeyi ticari bir meta olarak gören, istediğini istediğine satmayı hak gören bir yönetim zihniyetinin anlayışı bu.

“Danıştay tarafından bir hak gaspı söz konusudur.”

-Danıştay 14. Dairesi yerel mahkemenin kararını “muhtarlıklar tüzel kişiliğe sahip değildir ve dava açamazlar” ve  “süre aşımı” nedeniyle iki kez bozuyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Köylüler muhtarlık sıfatıyla dava açıyor, İdare Mahkemesi esasa girip, "ÇED Gerekli Değildir" kararını bozuyor. Ancak Danıştay "muhtarlık tüzel kişiliği söz konusu değildir" deyip alt mahkemenin kararını bozuyor. Bu sefer, köylüler kendi şahısları adına bir araya gelip davayı yeniden açıyorlar. İdare Mahkemesi köylüleri haklı buluyor. Danıştay bu kez "süreyi kaçırmışsınız" diyerek alt mahkemenin kararını tekrar bozuyor. Neden? Çünkü siz muhtarlık olarak yetkisiz bir şekilde dava açtığınızda aradan geçen süre içerisinde şahsi düzeyde dava açmadınız, dolayısıyla süreyi kaçırdınız. Bu, yargı eliyle bir hakkın yok edilmesi anlamı taşıyor. Danıştay, İdare Mahkemeleri, insanların devlet gücüne karşı hak ve menfaatlerini koruyacağı bir sığınak olması gerekirken maalesef Danıştay o kadar açık bir hakkı ihlal ediyor ki, bu kararla kendi kendisiyle de çelişiyor. Aynı Danıştay 2017 yılında muhtarlıkların dava açma yetkisi olduğunu söylüyor. Ama 2019 yılına gelindiğinde yine aynı Danıştay muhtarlıkların dava açma yetkisi olmadığı yönünde karar veriyor. Neden, ne oldu? Bu karar değişikliğinin sebebi nedir? Bir sebebi var mı acaba, yoksa keyfine göre mi davranıyor? Çok açık bir keyfilik. Dolayısıyla, köy hayatını baştan sona değiştirebilecek bir taş ocağının Danıştay, fikir değiştirdi diye, kendi çelişkisi sebebiyle köylülerin aleyhine önünü açabiliyor. O yüzden elle tutulur bir yanı yok, Danıştay tarafından bir hak gaspı söz konusudur.

“Topraklar, madenler başlığı altında resmen özel şirketlere satılıyor ve ticari meta haline getiriliyor. Temel itiraz noktamız bu.”

-Danıştay usülden verdiği bozma kararında, taş ocağında patlama yapılacak yerin, köylülerin söylediği gibi 50 metre değil 500 metre olduğunu belirtmiş. Buna niçin gerek duymuş olabilir?

İtirazımızın farklı gerekçeleri var: Birincisi, yerleşim alanının içerisinde köy halkını rahatsız edecek bir durum olabilir, konut hakkının ihlali öne sürülebilir, dava açılabilir. İkincisi, yerleşim yoktur fakat doğal bir hayat vardır, canlılar, ağaçlar, ormanlar, ormanların içerisinde yaşayan bir ekosistem vardır. Dolayısıyla onların etkileneceği sonuçları dikkate alarak itirazda bulunulabilir. Yani sadece yerleşim yerinin zarar göreceği noktasından hareketle itiraz etmiyoruz, birçok farklı yönden itiraz edilebilir. Hürriyet mahallesindeki itiraz konumuz hem yerleşim konutu anlamındaki hak ihlali, hem doğal hayatın göreceği zarar olarak gösterilebilir. Topraklar, madenler başlığı altında resmen özel şirketlere satılıyor ve ticari meta haline getiriliyor. Temel itiraz noktamız bu. Niye toprakları şirketlere satıyorsunuz? Halkın, köylünün toprakları neden şirketlerin para kazanma aracı haline geliyor?

-Köy halkının avukatı olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurdunuz. Bu süreç nasıl işleyecek?

Sakarya Kent Çalışma Derneği (SKÇD) olarak köy halkının gönüllü avukatlığını yapıyoruz. Bir ekiple, dayanışma içerisinde bu işe sahip çıkıyoruz. Ben, her şeyden önce o hakkın savunucusu olan arkadaşlarımın temsilcisi şeklinde konuşuyorum. Biz, SKÇD olarak Sakarya'daki bu tür hak ihlallerinin takipçisi olacağımızı duyurmuştuk. Özellikle derneğimiz tüzel kişiliğe eriştikten sonra bu somut dayanışma halesini daha da güçlendireceğiz.

İç hukuk yollarının tükenmesiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurduk. Anayasal bir hak ihlalinin söz konusu olması gerekçesiyle bireysel başvuru yaptık. Anayasa Mahkemesi önce konuyu usulden değerlendirmeye alacak, bu aşamayı geçtiği takdirde  -ki öyle umuyoruz- esas değerlendirme gündeme gelecek. Esas açısından da zaten haklı olduğumuz ortada. Esas değerlendirmeye geçilirse ben buradaki hak ihlalinin çok net bir şekilde tespitinin yapılacağına inanıyorum. Bu tespit yapıldığında dava yeniden görülecektir. Yargılamalar yeniden yapıldığında ise hak ihlali ortaya çıkacak ve köyün ortasına kondurulan bir taş ocağı vesilesiyle işlenen çevre cinayeti son bulacaktır.

“Maalesef bugünün iktidar anlayışı ülkeye, topraklara ticari bir meta gibi bakıyor.”

-Sakarya'nın doğal güzelliklerinin korunması hususunda yetkililer gerekli özeni gösteriyorlar mı?

Gerekli özeni kimse göstermiyor. Maalesef bugünün iktidar anlayışı ülkeye, topraklara ticari bir meta gibi bakıyor. Tarım toprakları rahatlıkla sanayiye, inşaata, betonarmeye açılabiliyor, çok acı bir şey bu. Bir orman rahatlıkla ticari ranta kurban edilebiliyor. Kuzey Ormanları'nı düşünün, oradaki katliamı düşünün. Altından maden çıkartacağız diye üstündeki asıl maden olan ormanlar, doğal hayat yok edildi. Neden? Bir şirket gelip para kazansın diye. Peki bizim kendi kendimizi besleyen doğamız, tarım topraklarımız, bunları para ile alabilecek miyiz? Tarım topraklarını, ormanları para için yok eden bir anlayışla karşı karşıyayız. Sakarya bunun çok küçük bir ölçeği, Türkiye'de çok ciddi bir doğa katliamı ile yüz yüzeyiz. Bu, ihmal edilerek değil, bilerek isteyerek yapılıyor. Onlar için zannediyorum ki doğanın, ormanın, çevrenin bir önemi yok. Her şeyi para olan insan için bu tür şeyler pek bir değer ifade etmiyor. Tam bir sömürü düzeninin örneğini yaşıyoruz. Bir insan kendi ülkesine bunu yapmaz. Kendi evinin duvarlarını insan yıkar mı, temelini oyar mı? Topraklarını betonlaştırmış, ormanlarını yok etmiş, yaşanabilir çevre koşullarını ticarete, paraya, salt ranta kurban etmiş bir anlayışın sonunda tekrar geriye dönemeyeceğimizi bilmemiz gerekiyor. Bu duyarlılığı herkesin göstermesini, öğrenmesini sağlamamız gerekiyor.

 Herkesin hukuk ve yasalara saygılı olmasını ve bunun gereğini yapmasını istiyoruz. ÇED raporu mu gerekli, samimi olarak incelenip değerlendirilmesini istiyoruz. İnsanların anayasal haklarına dayanarak gerçekten tüm süreçlerden en açık şekilde haberdar edilmesini istiyoruz. Amaca giden her yol meşru değildir. Doğayı yok ederek, tarım topraklarını betonlaşmaya açarak, ormanlarımızı tahrip ederek bir ekonomi kalkınmaz, insanlar daha mutlu olmaz. Bırakın kalkınmayı, mutluluğu, geleceğimizi yok ediyoruz. Toprak ekmektir, o toprakları korumak zorundayız. Koruyamazsak, kimse döktüğü betonları yiyemeyecek. Geleceği düşünmek ve doğa mirasını bizden sonraki kuşakların da yaşama hakkı olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

Sapanca’ya teleferik
gerekli mi?

“Sapanca’da teleferik projesi yapacağız diyorlar. Bu proje için halkın dedelerinden miras kalan, bizzat parayla satın alıp köyün ortak kullanımına hibe ettikleri yeşillik, park, deprem toplanma alanı resmen bir şirkete teslim ediliyor. Teleferiğin çıkacağı diğer ayak olan yukarıdaki ormanın fotoğrafları basına yansıdı, orman resmen yok edildi. Sapanca’nın buna ihtiyacı var mı? Teleferik için bir orman yok edilir mi? Bir şirket para kazansın diye halkın yeşil alanları betonlaştırılır mı? Niye şirketler para kazansın diye ormanlarımızı kesiyoruz? Otobana çıkıp İstanbul’a doğru giderken Sapanca dağlarına şöyle bir baktığınızda nasıl betonlaştırıldığını görürsünüz. Kim izin vermiş bu çirkin manzaraya diye hayıflanıyoruz. Şimdi Kırkpınar gibi belki Sapanca’nın en güzel yerlerinden bir tanesi ranta kurban ediliyor. Efendim neymiş, turizme yönelik yatırım yapıyorlarmış. Turizmden mi anlamıyorsunuz? Sapanca doğasıyla, çevresiyle, gölüyle, doğal güzellikleriyle insanlar tarafından rağbet gören bir yer haline geldi. Yani Sapanca doğası korunduğu müddetçe bir turizm merkezi olarak kabul edilecek. Siz ne kadar bu doğayı korur, güçlendirirseniz o kadar kamu yararı sağlarsınız. Zaten teleferik gibi işletmeler ormanın olmadığı, yüksek tepelere erişimi sağlayan bir ulaşım vasıtasıdır. Tepeye çıkıp çay içmek, otelde birkaç gün kalmak için bir devlet kendi ormanlarını keser mi? Birilerinin keyfi için ormanları kesmek kamu menfaati midir? Birileri para kazansın diye halkın yeşil alanını, çocukların parklarını ortadan kaldırmak kamu yararı mıdır? Kamu yararı mantığı değil de, bulunduğu topraklara sahip çıkmak, korumak değil de bir nevi hırsız edasıyla çalıp, alıp gideyim, geride ne olursa olsun zihniyeti hüküm sürdüğü müddetçe bize de maalesef geleceğe sefalet bırakmak düşer.”

Sinan Can Kılıç

Editör: TE Bilişim