Sendikalar için, taşeron işçilere kadro verilmesi kadar, kadroya alındıktan sonra hangi sendikaya üye olmaları da önemli elbette…

Nitekim Türk-İş adına Ergün Atalay’ın “Bazı sendika yetkilileri ‘Biz hükümetin sendikasıyız, bizim sendikamıza üye olmanız gerekiyor, üye olmazsanız kadroya geçemezsiniz’ gibi kelimeler sarf ediyorlar. Bu söylem akıl tutulmasıdır ve akıllı bir söylem değildir. Bu tür söylemlerde bulunanların da söylemlerinin yalan olduğu açık ve net bir şekilde ortadadır. İşçinin sendikası olur, ülkenin sendikası olur. Hiçbir belediyenin, siyasi partinin, patronun sendikası olmaz. Olursa da onun adı sendika olamaz” çıkışı gayet yerinde bir tavırdı.

Buna karşılık Başbakan Binali Yıldırım’ın “Arkadaşlarımızın hangi sendikaya üye olacağı, kendi iradeleriyle karar vereceği bir iştir. Hiçbir şekilde zorlama, yönlendirme söz konusu olamaz. Böyle bir gayret içerisinde olanlara da hiçbir müsamaha göstermeyiz” demesi de bir devlet adamına yakışan sözlerdi.

Tavır yerine, sözlerdi kelimesini bilinçli kullanıyorum çünkü bunun bir duruş olmadığını, eyleme dökülmeyeceğini çok iyi bilenlerden biriyim.

Yıllardır, özellikle kamu alanında ve özellikle kamu çalışanları, kendilerine 4688 sayılı yasa güvencesi ile verilen sendikalı olma hakkını kullanamıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, sendikalı oluyorlar olmasına ki sendikalaşma oranı gayet yüksek ama sendikalı olurken hür iradeleriyle tercih yapamıyorlar, arzu ettikleri sendikaya değil de baskılarla yönlendirildikleri sözde sendikalara üye olmaya zorlanıyorlar.

Hal böyle olunca, sendikacılık ve sendikal haklar konusunda hiçbir gayret göstermeyen bazı sendikamsı yapılar, oturmayı hak etmedikleri masalarda, hak etmedikleri yetkileri kullanıyorlar.

Varlığını ve büyüklüğünü gönüllü üyelere değil de iktidar/işveren ilişkileri sebebiyle sağladıkları için, verilen görüşme/sözleşme haklarını da çalışanları değil işvereni hoşnut edecek şekilde kullanıyorlar.

Peki, nasıl büyüyorlar?

Çalışanların çaresizliğinden yararlanarak, iktidarın gücünden beslenerek ve kamu alalında paralel iktidar gibi davranarak…

Mesela eğitimde, onlara üye değilseniz müdür/yönetici olamıyorsanuz, olduysanız devam edemiyorsunuz.

Ders programlarınız bile hangi sendikaya üye olduğunuza göre yapılıyor.

Sendikal tercihinize göre nöbet alanınız düzenleniyor.

Ve sürekli üzerinizde amir/yönetici baskısı Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor.

En önemlisi de bugün taşeron işçilere yaptıkları gibi stajyer eğitim çalışanlarına da “eğer bize üye olmazsanız kadro alamazsınız, stajyerlik mülakatını kazanamazsınız, stajyerliğiniz kalkmaz” şeklinde alçakça baskıların yapılması…

Ve hükümet yetkilileri bu durumu yıllarca seyrediyor.

Hem de bu paralel sendikaların gerek çalışma hayatına gerekse iktidarlarına verdikleri zararı bile bile ve göre göre…

Dolayısıyla Başbakan Binali Yıldırım’ın sözlerinin havada kalacağını iddia ederken kastımız buydu.

Sözleri havada kalacak, paralel sendikalar varlıklarını sürdürmeye devam edecek, çalışanların gerçek manada ki ekonomik ve sosyal haklarının karşılığı bu ilişki devam ettiği müddetçe verilmeyecektir.

EMEKÇİLER MÜŞTEREKLERİNDE BİRLEŞMEDİKÇE…?

Kafadar üç arkadaş yolculuk yaparken, kimin olduğunu bilmedikleri bir üzüm bağına dalmışlar.

O ara bağın sahibi gürültülerini duyunca bir hışımla koşmuş, gelmiş.

Bakmış ki tanımadığı üç kişi yeni olgunlaşmış üzümlerini afiyetle götürüyorlar.

Niyeti saldırmak, pataklamak ama kendisi yalnız onlar üç kişiler…

E bu davranışında cezasız kalmaması, hırsızlardan hırsını çıkarması da lazım.

Dikkatlice süzünce giysilerinden birinin Türk, birinin Kürt, diğerinin Rum olduğunu anlamış ve planını yapmış;

Dönmüş Rum’a; “Ulan” demiş, “Bu Türk’tür benim kanımdandır. Bu da Kürt’tür benim din kardeşimdir. Ama sen, palikarya çocuğu seni, sana ne oluyor da benim üzümlerimi yiyorsun?”

Sonra da bir güzel pataklamaya başlamış Rum’u. Türk’le Kürt bakmışlar kendilerine çıkan bir fatura yok ya, arkadaşlarının yediği dayağı seyretmişler öylece.

Rum’u iki seksen yere serdikten sonra, bu defa Kürt’e dönmüş; “Tamam” demiş “Anladık Müslüman’sın da neden izin almadan bağıma giriyorsun? Bu adam Türk o benim kardeşim, de sana ne oluyor?”

Ardından pata küte yere sererken Kürt’ü de, biraz sonra başına geleceklerden bihaber olup biteni sadece seyreden Türk’e gelmiş sıra;

“Tamam anladık Türk’sün. Aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi” demiş, bir güzel ona da girişmiş, çekip gitmiş.
Bir süre sonra ancak kendine Türk, doğrulmuş, hemen yanında yeni yeni kendine gelmeye çalışan Kürt’ü görünce; “Biz hatayı nerede yaptık biliyor musun Maho” demiş “Biz Aleko’yu dövdürmeyecektik.”

Bu hikaye/fıkra yakın tarihimizin özeti gibidir.

Nasılsa bana yapılmıyor diye haksızlıklara, adaletsizliklere, yanlışlıklara göz yuman hiçbir toplumun hiçbir zaman iki yakasının bir araya gelemeyeceğinin bir özetidir.

Farkında mısınız?

Aman canım! Bana ne? O Çerkez, bu Kürt, şu Alevi öteki bilmem ne, ne hallere varsa görsünler diye diye, aynı üst kimliğe mensup, aynı vatandaşlık bağıyla birbirine bağlı, aynı haklara sahip toplumu, ancak ve ancak bölerek, birbirine düşürerek, birbirine kırdırarak varlığını ve iktidarını sürdürmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyoruz.

Mesela biz çalışanlara, iktidarın yani işverenin yaptırımlarına karşı birlik olsunlar, haklarını savunsunlar, haklarını söke söke alsınlar diye tanınan sendikal haklarımızı bile kullanmasını beceremiyor da, bu hakkımızı alt/üst kimlik çatışmaları ve ideolojik görüş farklılıklarından kaynaklanan çatışmalarımıza kurban ediyoruz.

Ortak noktalarımız ve müştereklerimiz etrafında birleşmek, vaktimizi ve nakdimizi sosyal, ekonomik ve hukuki haklarımızın gelişmesi için harcamak varken, tüm gücümüzü birbirimizi zayıflatmak ve yok etmek için harcıyoruz.

Sonra da, kahrolsun falan!

He canım he! Bekle kahrolacaklar…