Mustafa Kemal Atatürk’ün gerek emperyalistlere karşı mücadelesi ve gerekse siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda gerçekleştirdiği inkılapları başta Ortadoğu olmak üzere bütün İslam devletlerine örnek model oluşturmuştu.

Geri kalmış ve sömürülen ülkelerin esin kaynağıydık.

Sonra yön değiştirdik, ümmetin liderliğine soyunduk, laiklik ihraç etmek varken İhvan ve Müslüman Kardeşler ideolojisine kapılıp ‘şeriat’ ihraç etmeye kalktık.

Onu da beceremedik.

Geçtiğimiz günlerde beceremeyişimizin bir örneğini yaşadık ama yandaş medya görmedi, gündem olmadı.

Gerisini Barış Terkoğlu’ndan dinleyelim;

“Kitaplar yanıyor. Alevlerin arasında Arap harfleri seçiliyor. Hz. Muhammed’in hayatını anlatıyor. Birkaç kişi yanan kitaplarla özçekim yapıyor. Kalabalıklar hazırladıkları pankartlarla Türkiye’yi protesto ediyor. Peygamber’e hakaretle suçluyorlar.

Ne garip değil mi? Terörle mücadele için Suriye’nin kuzeyine girdik. El Bab’da Cerablus’ta cihatçılarla bir düzen kurduk. Okullar açtık. Sonra başımıza bu iş geldi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın Suriye’deki okullarda okuttuğu kitapta, Hz. Muhammed’i anlatan sözde görseller kullanılmıştı. Birinde smokinle düğünde, öbüründe okul servisinden inen çocuğunu karşılarken görülüyordu.

Çok değil, birkaç yıl önce, Batı’da kimi dergiler benzerini yaptığında İslam dünyası ayağa kalkmış, Cumhurbaşkanı kürsüden kükremiş, saldırılara varan olaylar yaşanmıştı.

Bu kez öyle olmadı. MEB, Suriye’de okuttuğu kitaba sahip çıkamadı. Herkesin topu birbirine attığı hikâyenin sonunda, hatanın sahibi ortaya çıktı. “Kitabı biz bastık, bakanlığın suçu yok” dedi.

Böylece MEB’in ders kitabını hazırlayanlardan haberdar olduk: İstişraf Eğitim Araştırma ve Danışmanlık Merkezi.

Resmi sitesinde anlattığına göre, kurum kendisini şeriat eğitimiyle tarif ediyor. Hazırladığı kitapları, programları bu çerçevede sunuyor. Suriye’deki radikal oluşumlarla mesafe koymak için olacak, “ılımlı İslam”ın altını çiziyor. Tarihini 2000 yılına, Nijerya’ya kadar götüren kurum, son 10 yılda çalışmalarını Suriye’de yoğunlaştırmış. “Arap Baharı” vurgulu eserlerle, “Suriye’deki Esad rejiminin yıkıcı etkilerini ortadan kaldırarak yeni bir müfredat inşa edilmesi” hedefiyle ortaya çıkmış.

İstişraf’ın kuruculardan Emad Eddin Alrachid, Suriye’de Şam Üniversitesi’nden. İlahiyatçı akademisyenken devlete karşı faaliyetleri nedeniyle görevden alınmış. Şu anda İstişraf dışında Başakşehir İslami İlimler Akademisi’ni yönetiyor. Bu kurum ise kendisini “İslam Üniversitesi” olarak tanıtıyor. Üniversite, Başakşehir Belediyesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın desteklediği İlham Vakfı tarafından kurulmuş. Cumhurbaşkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı ile ortak projelere imza atıyor.

İstişraf’ın müdürü Yusuf Öztürk de aynı kurumlarda görev yapıyor. Hem İlham Vakfı’nın hem Başakşehir İslami İlimler Akademisi’nin başkanı. TÜGVA gibi hükümet yanlısı vakıflarda, Suriye cihadının insan deposu Adıyaman medreselerinde sohbetler düzenliyor. Kendisini takip eden bir cemaati var. O da Şam Üniversitesi mezunu.

Emevi Camisi’nde namaz hayaliyle Suriye’de rejim değişikliğine soyunan hükümetin politikalarının sonucunu yaşıyoruz. Suriye’de paralel ordu, paralel düzen, paralel rejim kurulmasını destekleyen AKP, paralel Milli Eğitim’e de izin verdi. Suriye’de yeni nesli yaratmak için hazırlanan kitapların içinden ise “Peygamber’e hakaret” çıktı. Ya İslam peygamberinin resmedilmeyeceğini bile bilmiyorlar ya da kasti olarak yapıyorlar. Suriye’de söz konusu kuruluş, diğer gruplar tarafından, bu tür sembolleri sistematik şekilde ders kitaplarına sokarak “emperyalizmle uyumlu İslamcılık” yapmakla suçlanıyor.

Bugün İstişraf’ın resmi sitesine girildiğinde, ortaklarımız bölümünde Cumhurbaşkanlığı, MEB, Diyanet İşleri Başkanlığı, Başakşehir Belediyesi görülüyor. Haliyle “Peygamber’e hakaret” suçlamasının muhatabı AKP hükümeti oluyor.

Kitaplar yanıyor, kalabalık izlemeye devam ediyor. Din, onu kendi amaçları için kullananlardan kurtarılmadıkça alevler yükselmeye devam edecek. Bir gün elbet, mutlaka...”

CUMA HUTBESİ

Hutbemiz İlahiyatçı Cemil Kılıç’tan;

İslam beş ilke üzerine kurulmuştur. Apaçık Kur’an ayetleriyle sabittir ki; ilk şart adalettir.
İkincisi emanettir.

Üçüncüsü ehliyet, dördüncüsü maslahat, beşincisi ise meşverettir.
Ne oldu? Şaşırdınız mı?
Yoksa siz namaz, oruç, hac gibi ritüellerden mi bahsedeceğimi sanmıştınız? Hayır, hayır!
Onlar İslam’ın şartı değildir.
Adalet olmadan İslam olur mu? Emanete sadakat olmadan İslam olur mu? İşi ehline vermeden yani ehliyet olmadan İslam olur mu?
Bir şahsın yahut bir grubun değil halkın yararını esas almadan yani maslahat olmadan İslam olur mu?
Danışma, fikir alışverişi, düşünce özgürlüğü ve şurayı ikame etmeden yani meşveret olmadan İslam olur mu?


Dediler ki bunlar olmadan da İslam olur.
Yeter ki namaz kıl ama Muaviye’nin, Yezid’in adaletsizliğine itiraz etme!
Yeter ki oruç tut ama açın, yoksulun halini sorma! Devlet erkanının lüks ve şatafat içinde yaşamasını dert etme!
Yeter ki hacca git ve Kabe’yi tavaf et ama farklı düşünüyor, farklı inanıyor diye zalim iktidarlar tarafından hapse atılıp şehit edilen İmamı Azam Ebu Hanife’leri, çöle sürgün edilip ölüme terkedilen Ebu Zer Gıfari’leri, kılıçla boynu kesilen Hucr bin Adiyy’leri sakın gündeme getirip de fitne çıkarma!
Evet; böyle dediler.
Allah’tan başkasına kul olmamayı ve gerekirse zalim sultana karşı kıyam etmeyi öğreten mukaddes namaz ibadetini yozlaştırıp onu neredeyse iktidar sahiplerine itaat etme ritüeline dönüştürdüler.
Aynı tahribatı oruçta, hacda da gerçekleştirdiler.
Allah, ihtiyaçtan fazla olanı yoksullara verin dediği halde zekatı kırkta bire indirdiler.
İnfakı unutturdular.
Saraylar yaptılar. Servetlerine servet kattılar. Ezdiler, sömürdüler, yoksulun ve geniş halk yığınlarının iliğini emdiler. Kendileri sözde dünya nimetlerinden alabildiğince yararlandılar da yoksul müminler içinse sadece öbür dünyada cennet hayalini bıraktılar.
Hesap vermediler. Hesabı ahirete havale ettiler.
Sonuçta Muhammedî İslam’ı yerle yeksan edip yeni bir din ürettiler. Ürettikleri din, aslında İslam öncesi şirk dininin İslam maskesi giydirilmiş halinden ibaretti.
Bundandır ki Hz. Hüseyin, Yezit halife ilan edildiğinde şöyle demişti:
“Ümmete Yezit gibi biri halife oluyor ve ümmet de buna razı oluyorsa o halde İslam’la vedalaşılmış demektir.”
Peki bizler bugün ne durumdayız?

DİYANET NE İŞE YARAR?!!!

Atatürk, birilerinin ‘halifeliği kaldırması, tekke ve zaviye türü yerler kapatması’ üzerinden iddia ettiği gibi dinsiz, ateist veya din düşmanı değildi.

Atatürk’ göre “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi” değildi.

O’na göre “Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafaza” hakkı da yoktu.

“Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz” diyerek ruhbanlık sınıfını da Şeyhülislamlık makamını da tedavülden kaldırdı.

Bunları kaldırdı ama boşlukta bırakmadı.

Vazgeçilmez ve zaruri ihtiyaç olarak addettiği din eğitimin örgün kısmını “Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir” diyerek milli eğitime bağlı okullara ve din eğitiminin yaygın kısmını da, kaldırdığı halifelik yerine ikame ettiği Diyanet İşleri Başkanlığına bağladı.

Yani okul çağındaki çocukların dini eğitimi bundan böyle merdiven altında değil bizzat okullarda verilecek, sair vatandaşların dini eğitim ihtiyaçları da Diyanet İşleri Başkanlığı uhdesindeki cami ve kurslarda karşılanacaktı.

Bunda dinen bir mahzur var mıdır? Bu din düşmanlığı mıdır? Asla…

Ama benzeri değişiklik ve devrimler sonucu tezgahları bozulan, çıkar çarklarına çomak sokulan güruh sürekli aksini düşündü ve iddia etti.

Onları anlarım, kendilerince haklı olabilirler. Ama ya Diyanet?

Varlığını Atatürk’e borçlu olan Diyanet İşleri, nasıl olur da banisine düşmanlık eder, işte buna akıl sır erdirmek pek mümkün değil.

Maalesef ki geldiğimiz noktada toplum nezdinde Diyanet’e karşı büyük bir tepki var.

Tepkiler hiç de sebepsiz değil;

DİB’in, Anayasa’da belirtilen amaçlar doğrultusunda görev yapmayı bırakıp kuruluş amacının tamamen dışına çıkması,

Siyasete soyunup iktidar partisinin bir memuruymuşçasına davranması,

Cami ve bağlı kurumlarda iktidar partisi mensuplarının siyasi propaganda yapmalarının önünün açılması,

Yetmezmiş gibi de zaman zaman muhalif partilere yönelik propagandalara alet olunması,

Milli bayramlar ve 10 Kasım öncesindeki cuma hutbelerinde Atatürk'ten söz edilmemesi ve Atatürk’ün yok farz edilmesi,

Daha acısı da DİB Başkanı’nın ‘keşke Yunan kazansaydı’ diyebilen meczuplara itibar ziyareti yapması… DİB’in itibar kaybına sebep olan ve saygınlığını azaltan icraatları saymakla bitmiyor maalesef.

Diyanet İşleri Başkanlığının kurulma sebeplerinden bir tanesi ve belki de en önemlisi tarikat-cemaat türü yapılanmaların önüne geçilmesi ve bu yapılarla mücadele edilmesiydi.

Bakın bu ülke en son çok büyük bir trajedi yaşadı; 15 Temmuz…

Bir cemaatin önünün açılması, görmezden gelinmesi, başı boş bırakılması durumunda nelere kadir olduğunun göstergesiydi bu…

Peki öncesinde ve sonrasında bizim DİB, konuyla alakalı bir çalışma yaptı mı? Mimberlerden, kendine tahsis edilen tv.lerden şöyle gerçekten aydınlatıcı, bilgilendirici, okuyanın ya da dinleyenin ‘yahu bu cemaat de neymiş böyle’ diyebileceği bir karşı görüş ortaya koyabildi mi? Hayır…

Biz o cemaate karşı, sadece muktedirlerin hamasi nutuklarıyla mücadele ettik. O da hiç kimseyi kesmedi.

DİB’in görev ve sorumluluklarını ne kadar yerine getirip getirmediğine yönelik önemli sorulardan bir tanesi de şu; Bu devasa bütçe ve bunca personelliyle DİB ne işe yarıyor?

Bu soruyu alanıyla ilgili soruyorlar haliyle, yoksa bozulan ekonominin hesabını soracak değiliz.

Gerçekten, ne işe yarıyorsunuz?

Sosyal hastalıklar alıp başını gitmiş, sözde çoğunluğu Müslüman bir ülkede fuhuş, hırsızlık, arsızlık daha da ötesi Deizm ve Ateizm almış başını gitmişse, her Müslümanın bu soruyu sorma, eleştirme ve yakanıza yapışma hakkı vardır; Siz ne işe yarıyorsunuz Allah aşkına?

ADAM HAKLI

Suudi Arabistan'da türbe, yatır yoktur, yasaktır. Bunlar olmayınca doğal olarak ziyaretleri de yoktur.

Böyle davranışlar gericilik, Cahiliyye devrinden kalma putperestlik addedilir.

Suudi Arabistan'da peygamberimize ait olduğu söylenen Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif gibi ziyaretler de yoktur. Böyle davranışlar gericilik ve Şirk addedilir.

Suudi Arabistan'da imam, müezzin gibi din görevlileri, ülkemizdeki gibi devlet memuru statüsünde değillerdir, devlet bütçesinden bu kişilere maaş ödenmez. Allah için yapılan görevin karşılığında para almak ayıp sayılır ve yasaktır.

Suudi Arabistan'da biri çıkıp da medyum olduğunu iddia ederse kellesi hemen gider.

Suudi Arabistan'da Nakşilik, Nurculuk, Fethullafçılık...vs. gibi Atatürk'ün ölümünden sonra zuhur eden tarikatlar da yoktur, onların şeyhleri de, müritleri de, cemaatleri de...

Neden bu tarikatların şeyhlerinin biri bile o şeriat ülkesine yerleşmez?

Yerleşmez değil, hatta oraya hiç uğramamışlardır.

Elbette size bir şeriat ülkesinin övgüsünü yapmadım. Bir şeriat ülkesinde bile yasaklanan bazı şeylerin ülkemizde serbestçe nasıl uygulandığını hatırlatmak, güzel dinimizin nasıl sömürüldüğünü vurgulamak istedim.

Yukarıda yazdıklarımın doğru olup olmadığını Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan sormanız mümkündür. Netice olarak; Atamızın sağlığında yasakladığı kimi şeyler O’nun vefatından sonra Türkiye'de serbest, şeriat ülkesi Suudi Arabistan'da yasaktır.

İşte çarpıcı olan da budur...

CEMİL ÜNLÜTÜRK (Basın-Yayın ve Enfermasyon eski Genel Müdürü.)

GÜNÜN SÖZÜ