Müyesser’i tutuklamışlar haberine kahir ekseriyetimizin, ‘tanımam ama mutlaka bir halt etmiştir’ şeklinde yaklaşması ne kadar acı!

Hele ki milliyetçiyim, ülkücüyüm diyenlerin Kürt kızı Müyesser’i tanımaması, tanıyanların da meseleye iktidar veya iktidar yandaşı gözüyle bakması…

Tutuklanmasına dair, tanıyan herkes bir şeyler yazdı ama en anlamlısı Fatma Sibel Yüksek’in yazdığıydı.

Bu yazıyı anlamlandıran, yazanın bir Çerkez kızı, muhatabının da bir Kürt kızı olması…

Bunu en iyi Türk İslam Ülküsüne gönül veren Türk milliyetçilerinin anlayacağını umuyorum.

Yazı uzun, önemli bulduğum bölümleri alacağım ama ricam aslını bulun ve mutlaka okuyun;

“Adıyamanlı bir Kürt ailenin 6 çocuğundan biri olarak dünyaya geldiği köyde, kız çocuklarının kaderi, on beş yaşına gelmeden kocaya verilmek, 16’sında anne, 30’unda büyükanne olmak ve dayakla, yoksullukla geçen çileli ömrünü ortalama 50 yaşında doktorsuz, bakımsız, ilaçsız, acılar içinde tamamlamaktı…

Müyesser’in anası, bu kadere razı olmak istemedi. Şöyle dahiyâne bir çözüm üretti kendince:

Çevresinde kızlarıyla yaşıt ne kadar akraba ve komşu erkek çocuk varsa, hepsini sırayla emzirdi. Böylece, kızlar biraz büyüyüp de köyden talip çıktığında “Onlar sütkardeş, birbirlerine düşmezler” diyebildi. Kızları “kısmetsiz” bırakarak akraba evliliği yapmaktan ve köyden kalmaktan kurtardı. Canını dişine takıp her birini okula gönderdi; aç kaldı, dayak yedi, çile çekti ama evlatlarının geleceğinden bir gün olsun taviz vermedi.

Müyesser’e iki saat boyunca “Falanca kişiyi neden tanıyorsunuz”, “Şu haberi ne amaçla yazdınız”, “Şu yazınızda ne demek istediniz” gibi sorular sorduktan sonra “terör örgütü ile bağlantı” kanısına vardılar ve gecenin 3’ünde tutukladılar.

Aralarında Müyesser’in can ciğer arkadaşlarından hiç ayırmadığı, her sıkıntılarına koştuğu bir takım insan müsveddelerinin de bulunduğu tipler şimdi, “Canım, belli ki savcıların elinde güçlü deliller var, bekleyelim görelim” diye yazılar yazıyorlar…

Müyesser hayatında bir gün bile kendini düşünmedi. Cefakâr Kürt kadınlarının bütün özelliklerine sahipti. Her ortamda evsahibi, her sıkıntılı durumda öne düşendi.

Ankara’nın görüp görebileceği en bilgili, en iyi gazetecilerinden biriydi. Tarihi, devleti, kurumları, bürokrasiyi, mevzuatı, güncel siyaseti çok iyi bilirdi.

Pek çok genç gazeteciyi yetiştirdi, araştırma yapmayı öğretti, gözden kaçan haber konularına dikkatlerini çekti. İşini her zaman en iyi şekilde yaptı.

Basın müşaviri iken elinden çok zor haber koparılan Müyesser, gazeteciyken haberi en sağlam biçimde koparan gazeteci oldu.

İstanbul’da üç gün misafirim oldu. Bir sabah elektrik süpürgesinin sesiyle uyandım. Baktım, Müyesser sabah erken kalkıp evi pırıl pırıl yapmış. Mutfaktan tertemiz kokular, ışıltılar geliyor.

“Yahu Müyesser ne yaptın! Misafir sen misin, ben miyim…”

“Sen benim gönlümün misafirisin kurban” deyip bir de önüme kahvaltı koydu.

O günlerde “100 Yılın Hesabı/Türk’ü Tasfiye Projesi” adlı kitabını yayını hazırlıyordu. Kahvaltı ederken güldü, “Farkında mısın, Türklüğün akıbeti, benim gibi bir Kürt’le, senin gibi bir Çerkes’e dert oluyor” dedi.

Benim dedelerim de 150 yıl önce Kafkasya’da topraklarından zorla koparılmış, zorla dolduruldukları gemilerde açlıktan ve hastalıktan kırılmış, ölülerini Karadeniz’e kefensiz atmak zorunda kalmışlardı. Bilir misiniz, Çerkesler bu yüzden balık yemezler. Sevdiklerinin cansız bedenleri Karadeniz’de balıklara yem olduğundan, balık kokusundan tiksinirler. Yaşlı annem, evde balık piştiğinde hâlâ ağzını, burnunu tülbentlerle kapatıp odasına çekilir.

Ölülerini denize attılar. Limanlarda kurulan pazarlarda çocuklarını sırf yaşasınlar, bir yuvaları olsun diye çocuksuz ailelere verdiler. Çocuğun geri dönmemek üzere bir yabancıya teslim etmek zorunda kalan analardan dayanamayıp intihar edenler, inme inenler oldu. Yüzlerce yıllık altın kemerlerini, gümüş kamalarını iki domates, bir ekmek karşılığında pazarlarda sattılar.

Yurdunu kaybetmenin ne demek olduğunu Çerkesler’den daha iyi kimse bilemez. İşte onun içindir ki, kendilerine yurdunu, yuvasını açan, eşit ve itibarlı vatandaş statüsü veren, en stratejik kurumlarının yönetimini teslim eden, güzel ve iffetli kızlarını el üstünde tutan, “Çerkes gelin aldım” diye övünen Türk Milletine her zaman vefa duydular. Kendilerini bu büyük milletin bağrından koparmaya çalışanların oyunlarına gelmediler.

Müyesser’in Kürtleri, zaten bu toprakların çocuklarıydı. Emperyalizmin bütün alçakça oyunlarına rağmen, onlar da Türk Milletinin bağrından koparılmayı reddettiler. Bölücülük en güçlü olduğu dönemlerde bile bizi birbirimizden ayırmayı başaramadı. Maalesef karşılıklı kan da döküldü ama yine de birbirimizden kopmadık. Allah’ın izniyle bundan sonra da kopmayacağız.

Kürt kızı Müyesser ile Çerkes kızı Fatma, Türklüğü bu derece önemsiyorlar ve yeryüzünden silinmesinden korkuyorlarsa, bilinsin ki Türklük “ırkçılıkla”, bazı şuursuzların yakıştırmaya çalıştığı gibi “faşistlikle” uzaktan yakından alâkası olan bir kavram değildir.

Türklük, özgür ve onurlu yaşamanın adıdır. Türklük eşitliğin, vefanın, dünyanın en güzel coğrafyasında güven içinde yaşamanın adıdır.

Biz, kaderimizi büyük Türk Milleti’nden ayırıp kurda kuşa yem olacak kadar aklımızı peynir ekmekle yemedik. Çocuklarımızı, “Sen Kürt’sün”, “Sen Çerkes’sin Ama sen TÜRK’SÜN” diyerek büyüteceğiz.

Mustafa Kemal’den böyle öğrendik; bu bilincin nesillerden kazınmasına kanımız, canımız, hayatlarımız pahasına izin vermeyiz.

“Türk’ü Tasfiye Projesi”ni yazan Kürt kızı Müyesser’in tutuklanması, sembolik biçimde “Ergenekon” ismi verilmiş olan bu alçakça tertibin Türklüğü bu topraklardan süpürme planı olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Başaramayacaklar.