Mademki savaş ortamındayız, düşmanı bi tarafıyla güldürecek görüntülerden kaçınmamız, iç cepheyi sağlam tutmamız, birlik ve beraberlik ortamını sağlamamız gerekiyor.

Bu manada TBMM’de yaşanan görüntüler hiç şık olmadı.

Bir muhalif olarak, tepedekilerle kıyas kabul etmez ama muhalefet etmenin zorluklarını biliyorum.

Bazen ne kadar çaresiz kalındığını, tarafsızlığını yitiren hukuk anlayışı karşısında ellerin kolların adeta bağlandığını ve oluşturulan havuz medyası ile ‘Yavuz hırsızın ev sahibini bastırması’ türü saldırılara maruz kalındığını bizzat yaşıyorum.

TBMM’de yaşananların bir sabır patlaması olduğunu en iyi bilenlerdenim yani…

Düşünsenize genel başkanınız ve partilileriniz en yüksek ağızdan sürekli hakarete uğruyor, aşağılanıyor ama sıra size gelince bir yandan Demoklesin’in kılıcı giyotin misali başınızın üzerinde sallanıyor öbür yandan aşağılık bir linçe tabi tutularak kurumsal ve kişisel onurunuzla oynanıyor ama sizden sürekli sabırlı, hoşgörülü olmanız bekleniyor. Nereye kadar…

Kavganın sebebi hakaret…

Evrensel hukukta mutlaka bir karşılığı var ve olmalıdır ama çoğumuz için kim başlatmış, kim tahrik etmiş, kimin canına tak etmiş… Bunların bir önemi yok.

Nedir bu yahu? Ülke savaş ortamına girmiş, siz hala ‘Bay Kemal, eyy Kılıçdaroğlu, sen şehitlik nedir bilmezsin, sen devletin ve milletin değil Esed’in safındasın, haysiyetsizsin, onursuzsun, kişiliksizsin falan…

Haliyle buna maruz kalanların da bir sabrı var. Ve o sabır da buraya kadarmış işte.

Yazık! Böyle olmamalıydı…

****

Aslında bütün bunların temelinde ‘Başkanlık Sistemi’ adlı ucube yönetim şekli var.

Mevcut haliyle Sayın Cumhurbaşkanımıza rakiplerine yönelik her türlü hakareti serbest kılıyor ama karşılığında rakiplerinin en küçük bir eleştirisinin dahi suç olmasını doğuruyor.

Biliyor musunuz bilmem, Anayasayı başkanlık sistemine göre dizayn ederken, cumhurbaşkanına yönelik hal ve hareketlere yönelik maddeler halen yürürlükte, çünkü değiştirmediler.

Yani cumhurbaşkanı yeni sisteme göre taraflı ve ona göre icraat yapıyor ama cumhurbaşkanını koruyan kollayan yasalar halen eski sisteme göre uygulanıyor.

Yani, partili cumhurbaşkanı, bir partili cumhurbaşkanı gibi davranıyor, muhalefet ediyor, muhaliflerini haşlıyor ama siz ona bir karşılık verdiğiniz zaman, eski yasalara göre bağımsız ve tarafsız bir cumhurbaşkanına yönelik işletilen ve yeni sisteme rağmen değiştirilmeyen hukuka göre yargılanıyorsunuz.

Sayın Cumhurbaşkanı, parti grubunda, bir parti genel başkanı olarak size ağzına geleni saydırıyor ama siz karşılık verdiğiniz zaman bir parti genel başkanına değil bir cumhurbaşkanına söz söylemiş oluyor, böyle bir muamele görüyorsunuz.

Haliyle, Anayasa’nın 101 ve 103’üncü maddeleri ya da ceza kanununun 299’uncu maddesi değiştirilmediği sürece, sadece muhalefet partileri değil, yazarı, çizeri, vatandaşı hepimiz büyük bir risk altındayız.

Çünkü Türk Ceza Kanunu’nun 299’uncu maddesi, bağımsız, tarafsız, bu manada hepimizin cumhurbaşkanı diyebileceğimiz bir şahsı koruma altına alıyor ama bizim cumhurbaşkanımız aynı zamanda bir partinin genel başkanı, tarafsız değil ki…

Buna göre başbakan, bakan, milletvekili, kamu görevlisine rahatlıkla yöneltilebilen kimi eleştiriler bile, söz konusu cumhurbaşkanı olunca hakaret kabul edilebiliyor.

Daha önceki Anayasa’ya göre parti üyesi olamayan ve 103’üncü madde gereği tarafsızlık yemini eden cumhurbaşkanı, dokunulmazlığı olmadığı için böyle bir madde ile korunmak durumundaydı.

Oysa şimdi, Cumhurbaşkanı artık daha önceki gibi “sembolik” olarak devleti temsil eden bir makam değil. Artık, siyaseten taraf, çok daha genişletilmiş yetkilerle donatılmış başkan haline getirildi, icranın başı oldu

Kendisi taraf, sürekli tarafını belli ediyor, devlet işlerinde bile sürekli partisinin propagandasını yapıyor ama karşı tarafın eleştirileri söz konusu olduğunda, ‘vay sen cumhurbaşkanına nasıl laf söylersin’ deniliyor.

Hal böyle olunca, durumdan vazife çıkaran partililer ve yandaşlar bir ihbar mekanizması oluşturdular ve durumdan vazife çıkaran Saray avukatları da -eminim ki Cumhurbaşkanımızın haberi bile olmuyordur- her fırsatta Cumhurbaşkanına hakaret davaları açıyor, açtırıyorlar.

Bu davaların bir kısmı da maalesef kendini ispatlamak zorunda kalan savcılarca açılıyor.

Ve maalesef, Sayın Erdoğan’ın ilk üç yıllık görev süresinde ‘cumhurbaşkanına hakaret’ davalarındaki toplam sanık sayısı, 2019 istatistiklerine ve önceki döneme göre yaklaşık 19 kat artmış.

Açıklanan verilere göre;

Kenan Evren dönemi 340 dava, Turgut Özal dönemi 207 dava, Süleyman Demirel dönemi 158 dava, Ahmet Necdet Sezer dönemi 163 dava, Abdullah Gül döneminde artış başlamış 848 dava ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dönemi; 17.406 dava…

Bizim Cumhurbaşkanımız niye milletiyle davalık olsun ki…

Küçük ama önemli bir anekdotla bitirelim;

Merhum Demirel, kendi döneminde, yine durumdan vazife çıkaran hukukçu milletvekili Yaşar Topçu’ya şöyle sesleniyor;

“Bu ülkenin vatandaşı durup dururken hakaret etmez, sövmez. Biz farkında olmadan adama ne kötülük etmişizdir. O da canı yandığı için Yaradan’a sığınmış sövmüş, basmıştır küfrü. Adamı içeri atarak, tutuklayarak cezalandırmanın ne gereği var? Senden ricam hemen partiden bir araba al, bana söven adamı cezaevinden çıkarttır. Bununla ilgili ne yapılması gerekiyorsa yapın.”

Buna bir de Demirel ve Ecevit’in TBMM’de kendilerine yumruk atıldığında dahi şikâyetçi olmadıklarını ekleyin.

Kıyaslayın demiyorum, çünkü kıyas kabul etmeyeceğini biliyorum.

‘Yeni Türkiye’ dedikleri bu olmamalıydı…