Bir akşam hayaller kurarak daldığınız uykunuzdan, hayatınızı alt üst edecek müthiş bir sarsıntıyla uyanırsınız, bambaşka bir şehrin sabahına…

Ömrünüzde görmediğiniz bir şiddetle sarsılmaktadır yer küre, koca beton binalar, içindeki eşyalar yerinden oynamaktadır. O müthiş sarsıntıda ayakta durabilip çıkış kapısını bulabilmişseniz şanslısınızdır. Evden kendinizi atıp toprağa ayak bastığınızda, aileniz de sağ salim yanınızdaysa derin bir oh çekersiniz. Ancak etrafınıza bakıp koca enkaz yığınlarını görünce herkesin sizin kadar şanslı olmadığını anlar, onlar için üzülürsünüz.

Elazığ’da yaşanan deprem sonrası çalışmalar hala sürüyor, ölü sayıları artıyor; 17 Ağustos 1999 Depreminde bu acıları bizlerde yaşadık. Acının dini, ırkı, memleketi, şehri olmaz.

Sosyal medyada hemen hemen hepiniz Elazığ’da ki depremle ilgili duyarlı insanları tek yumruk olarak görüyorsunuz. Bu bizim özümüz.

Ne zaman dara düşse milletin hali o zaman tek yumruk olur bu Türkiye…

Keşke vatandaş kadar devlette önlem alsa, bu deprem olayı bizim her daim kanayan yaramız olmasa.. Hepimiz bu olaydan sorumluyuz,  ben bile bu yazıyı yazarken sorumluyum depremde ölen o canlardan.

Neden mi? Çünkü biz ne zaman yumurta kapıya dayansa o zaman düşünürüz yumurtanın kırılma ihtimalini.

Sorumluluk bilincimiz ve algılarımız bu yönde çalışmamalı, bir konu üzerinde duyarlı olmak için o acıyı yaşamak gerekmiyor.

Depremin ilk şokunu atlattıktan sonra, bu gerçekle yüzleşmek de en az o felaket anını yaşamak kadar zordur. Artık ne o sokak eski sokaktır, ne o mahalle eski mahalle, ne de şehir...

Ardından yine aynı manzaralar: iskambil kâğıdı gibi kat kat yığılmış binalar, yarılıp çatlamış yollar, enkaz temizleyen dozerler, etrafa kurulmuş çadırlar ve her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışan insanlar.

Küçük bir kıyamet gibi yaşanan o felaket anının dehşetini üzerinizden atarsınız da, felaketten geriye kalanlarla yaşamanın üzüntüsü hep içinizdedir. Deprem öylesine derin bir iz bırakır ki yaşadığınız şehrin çehresinde, tamir edilse bile bir daha asla eski çehresine kavuşamayacaktır. Binalar onarılsa bile sönen hayatlar, yok olan aileler, kaçıp başka şehirlere göç eden insanlar bir daha geri gelmeyecektir. Bir de kaybolan yıllar...

Bunca acıya dayanabilme gücümüzü sınamak yerine; müteahhit merkezli düşünmekten çıkıp, insan merkezli düşünme politikalarına girilmelidir.

Bu ülkenin kaderi olmamalı bu, biz gelecek daha büyük depremler için önlem almalıyız. İlla ki bahsedilen o büyük İstanbul Depremi’ni mi yaşamalıyız?

Düşünsenize Türkiye’nin kalbinde İstanbul’da olası bir ihtimal olan depremin gerçekleştiğini, öyle bir durumda Ülkemiz için çok büyük bir enkaz oluşacak.

Tüm bu yaşanan acılar hayata başka bir pencereden bakmanıza neden olacaktır zamanla. Çünkü artık öğrenmişsinizdir ki;

Saçma sapan tartışmaların, kırgınlıkların, kinin hiçbir önemi yokmuş. Çünkü hiçbir şey insan hayatından önemli değilmiş. İnsanların değeri bilinmeliymiş.

Kat kat binalar yapan, bunları göğe erdirecek teknolojiye sahip olan, bu teknolojiyi yaratan aklıyla övünen insan aslında çok acizmiş.

Yatlar, katlar, hanlar, hamamlar sahibi olsa da insan bunlarla böbürlenmemeliymiş, çünkü 45 saniyede bunların hepsini kaybedecek kadar yoksulmuş.

Mal mülk değersizmiş. Bunların hiçbiri sona eren bir nefesi canlandıramazmış. Sırf nefes alıp vermek en büyük nimetmiş.

45 saniye sonra burada sağ salim yaşıyor olacağımızın hiçbir garantisi yokmuş.

İnsanoğlu bir varmış bir yokmuş...

Gakgoşlar diyarına selam olsun, yüreğimiz sizinle.. Allah yar ve yardımcınız olsun.

Sevgilerimle, hoşçakalın.