Bu ülkenin hangi şartlarla kurulduğunu, 15 yaşındaki çocuk şehitlerin kanlarıyla yoğrulduğunu bile bile, bir şekilde kamu adına görev yapan hukuk ve siyaset adamlarının, milletvekillerinin, bürokratların, bilim adamlarının, görevi haktan, hukuktan, doğruluktan yana kamuoyu oluşturmak olan gazetecilerin, hasılı bu ülke ve bu millet üzerinde söz-yetki sahibi olanların korkmaya, sinmeye, boyun eğmeye, görmezden gelmeye, nemelazımcılığa hakları yoktur.

Tarih böyle davrananları şerefsiz, kansız, asker kaçağı, hain, korkak, menfaatçi, güce boyun eğen, Allah’tan başka her şeyden korkan, Allah’tan başka her güce tapan reziller olarak yazmaktadır.

Yarın geberip gittiklerinde, bugün bu yolla biriktirdiklerini yanlarında götüremeyecekler ama yaptıklarının vebali ve günahına karşılık biriktirdikleri cehennem yakıtını sırtlarında taşıyacaklardır.

Ama aynı tarih, güçlü iktidarlar, otoriter rejimler, tek adam dönemlerinde inançlarından, kişiliklerinden, bildikleri doğru yoldan, özgürlük ve hukuk yolundan asla vazgeçmeyen, karşıdaki kim olursa olsun, güce karşı çıkmak cesaretini gösterenleri yani güce boyun eğmeyenleri şerefli sayfalarına kaydedecek ve onlar öbür dünyada da kubbede bıraktıkları hoş sedanın ve doğru amellerinin karşılığını alacaklardır…

Bir ülkede gücü elinde tutanlara, iktidar erkine, baş/başkan/lider kabul edilen kişilere itaat etmek adeta kutsanıyorsa, topluma bunu dayatanların, bu ortamı yaratanların ama bu dünyada ama öbür dünyada çekecekleri azabı kelimelerle tarif etmek bile mümkün değildir.

Peki, bizler ‘Firavun’u Firavun yapan tebasıdır’ gerçeğinden yola çıkınca kendi Firavunlarını kendileri yaratan, besleyen ve büyüten bizler için, yaratılan korku egemenliği ateşten ve azaptan kurtulma gerekçesi mi olacak? Hayır, kesinlikle hayır...

Haksızlık ve hatalara karşı susan, haksızlıklara boyun eğen herkes, o haksızlığı yapanlar kadar azap görecektir.

Zira Kur’an-ı Kerim ifadesiyle ‘susmak’ da zulme rıza göstermektir; “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz, masumları da yakar.“ (Enfal, 25)

Peki, yaşanan hak ve hukuk ihlâllerine, her türlü baskı ve sindirmeye karşı insanlar nasıl tepki gösterecek?

Cevabını efendimiz veriyor; “Bir kötülük gördüğünüz zaman, onu elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmezse, dilinizle düzeltin, buna da gücünüz yetmezse, kalbinizle buğzedin. Zaten bu da imanın en düşük derecesidir”

Hadis alimlerine göre, ‘elle düzeltme’ devletin, ‘dille müdahale’ alimlerin yani bugünkü ifade ile aydınların, okuyup yazmışların, sorumluluk konumunda olanların, ‘kalp ile buğzetme’ ise elinden başka bir şey gelmeyen sıradan vatandaşın görevidir.

Yine bu anlamda Peygamber efendimiz “Allah indinde en büyük ve en sevgili sadaka: İnsanların hak üzerine konuşmasıdır. Hak üzerine konuşmak, hakkı savunmak herkese vacip ise de, ilim adamlarına farzdır.”

Öyle bazılarının dediği gibi köşeye sinmek ve marifetmiş gibi sabretmek bizi kurtarmaz.

Kaldı ki o ‘sabır’ konusu Emeviler döneminde tahrif edilmiş, Emevilerle beraber, saltanatla yönetilen Müslüman topluluklarda, İslâm’ın esas aldığı “sabır” çoğunlukla yöneten elitler tarafından anlamından ve bağlamından saptırılarak kitleleri susturma ve sindirme aracı olarak kullanılmıştır.

Kaldı ki Yüce Mevla, insanların hürriyetini, canını, malını, onurunu, şerefini ve ırzını kutsal saymış ve bunları korumayı ise farz kılmıştır.

Bunlara saldırı olduğu zaman susmak, sineye çekmek yani bu konuda sabır göstermek sabrın haram olan kısmındandır.

Burada kast ettiğim ‘ırz’ insanın sadece maddi varlığını değil, insanın bütün manevi varlığını, yani şeref, haysiyet, hürriyet ve bir bütün olarak şahsiyetini ifade eder.

Nitekim Peygamberimiz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” derken sabrı değil mücadeleyi emrediyor.

Kur’an-ı Kerim, Emevi zihniyeti manasında sabredenleri değil, haksızlık karşısında hakkını savunan, zulme baş ve boyun eğmeyen, bunlara ortak olmayan kişilerin bu onurlu duruşunu övüyor.

Bu manada sabır göstermek aynı zamanda şerefsizliğe yol açıyor ki, Hz. Ali, “Haksızlık önünde eğilmeyiniz, çünkü hakkınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz” diyerek bizleri şerefli bir tavır takınmamız konusunda uyarıyor.

Tarih boyunca bir çok İslam alimi ve düşünce ve siyaset adamı, gücü ellerinde bulunduranlarla girdikleri mücadelede, hayatlarından vazgeçtiler ama vakar ve haysiyetlerinden taviz vermediler.

Sözün Özü; Haksızlık sadece bize yapıldığı zaman haksızlık değildir. Esas olan, başkasına haksızlık yapıldığı zaman buna suskun kalmamaktır. Haksızlığa uğrayan Müslüman olur, gayrimüslim olur, ateist olur; sağcı olur, solcu olur; Türk olur, Kürt olur; Sünnî olur, Alevî olur, hiç fark etmez.

Kaldı ki, haksızlığa uğrayan insanların hakkını savunmak, onlarla aynileşmeyi de gerektirmez.

Ha, birileri bu haksızlığa karşı çıkışımızı bizleri örneğin PKK ile aynileştirme fırsatı olarak görecektir, ki maksat da budur ama hiç fark etmez.

Kobani Olayları diye, iflas eden tüccarın eski defterleri karıştırması gibi, üzerinden 6 yıl geçmiş olayları bahane edip, birilerine operasyon çekmeniz, haksızlıktır, yazıktır.