23.05.1973. Günlerden Çarşamba. Elgolea’ da hava sıcaklığı 40 derece. Çöl tam başlayınca, bu sıcaklık gölgede 55 derece olacak. Güneye indikçe daha ince kıyafetler giydik. Sonunda sadece şort ile kullanıyordum arabayı.

İnsanlar yüzme de bilmez ve bütün eşyaları, bütün hayvanları ile beraber sele kapılıp giderler. Çok yağmurlu durumlardada durum hemen hemen aynıdır.

HER YER KUM OLDU

Köyler arasındaki mesafeler artıyordu, önce ağaçlar yok oldu, sonra otlar ve çimenler ve kuşlar, böcekler azaldıkça azaldı. Killi, taşlı toprak ve her şey yerini kuma bırakıyordu. Artık yollarda viraj filanda yoktu, aslında yolda yoktu. Çölde ip gibi uzanan başka arabaların izi vardı. Vasıtalar da artık yok sadece biz vardık. Çeşmeler kuyular da bitti…Her şeyin ama her şeyin yerini kumlar aldı. Evler, önce toprak kulübeler, sonra çadırlar, sonra da sürü ile develer ve eşekler görmeye başlamıştık.

Güneye indikçe, halk üstünü başını örtmüştü, son aşamada ise herkesin sadece gözleri açıktı.

ÇÖLÜN BAŞINDA VAHA

El –Golea, çöl başlangıcında ki en büyük ve  de en güzel şehirdir. Ağaçlarının yeşili koyu, suyu ise berraktır. Tam şehrin girişinde bir bahçıvan gördük, yemyeşil sebzelerini suluyordu. Bir kuyu açmış, tarlanın ortasına da biraz yüksekçe bir su deposu yapmış. Önce motor ile depoya su dolduruyor, sonra depodan bahçesini suluyordu. Selam vererek ‘suyu kullanabilir miyiz’ diye sorduk…

— tabi ki… Dedi.

 Biz sudan bir türlü ayrılamıyorduk, çünkü önümüzdeki üç bin kilometre, artık toprak üzerinde su göremeyecektik.

İkinci durağımız, İn salah olacak ve oradan benzin alacaktık. O arada, ne bir benzin istasyonu ne de bir kuyu vardı. Yolda giderken bir ağaç aradık, niyetimizde gölgesinde oturup, biraz dinlenmek bir şeyler yemekti. Ancak El Golea’ ya dan 320 kilometre olmuştu. Artık tek bir ağaç göremiyorduk ki birden karşımıza, yan yana duran iki ağaç çıktı. Hemen durup, gölgesinde bir mola verdik. Orada yerde gördüğümüz zeytin çekirdeklerine bakılırsa, burada çok kişi mola vermişti. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olmamıza rağmen, bir konserve sardunya ve haşlanmış patates doyurdu ikimizi de.

TUZ VE SU KAYBI HALSİZ BIRAKTI

Sıcaklık gölgede 45 dereceydi, bu nedenle belki de insanda iştah diye bir şey olmuyordu.

Ama susuzluk… Karnımız davul gibi şiş olduğu halde suyu içtikçe içiyorduk. Saat 15:00 civarında yeniden yola koyulmuştuk.Saat16:00 gibi de yedek bidonlardan depoya benzin koymak için durduk. Benzini koyduktan sonra anahtarı çevirdim ama aracımız çalışmıyordu!!!  Bir daha, bir daha, yok çalışmıyor… Bu iş hafif bir yokuş çıktıktan sonra olmuştu. Benim tahminim arabayı çevirir, yokuş aşağı salarsak çalışacaktı. Arabayı , zar zor itebilmiştik ama sadece yan vaziyete getirebildik. Biraz daha gayret ettik ama baktık ki araç hiç kımıldamıyor.

Geriye doğru döndüm, baktım ki Margaret yerde …

-Ne oldu? Diye sordum.

- Başım dönüyor, dedi.

Hemen onu arabaya oturttum, biraz su verdim…Bir süre sonra toparladı. Ve;

- Bırak arabayı itecek, benim ayakta duracak takatim yok, dedi.

- Tabi insan bütün gün bir şey yemez ve bu arada yoğun bir biçimde terlerse, acayip tuz kaybeder. Bu kadar tuz kaybeden vücut da ayakta bile duramazdı.

-Haklısın…

MARGARET’E GÖRE DAHİYİM

Yaptığımız hazırlıklarda iki önemli şeyi unutmuş olduğumun farkına vardım. Birincisi  daha önce okuduğum çöl ile ilgili kitaplarda,  en az peşi sıra iki araba ve yine en az 4 personel ile çıkılabileceği yazılıydı. Ayrıca insan vücudunun bol miktarda tuz hapına ihtiyacı olduğunu da okumuştum. Ben bunların ikisini de atlamıştım. Ne tuz hapı nede yanımıza bir kişi daha almamıştım...

 Motor kapağını açarken bunları düşünüyordum, bütün bujileri söktüm, temizleyip yeniden taktım. Benzin pompasını da temizledim. Bir bezi ıslatıp dinamonun üzerine koydum. Motor kapağını kapadım.

Arabaya binip, kontağı çevirdim ve çalıştı…

- Yaşasın, başardım! Dedim…

 Motordaki ıslak bezi tekrar aldım. Bastık gaza gidiyorduk artık. Ben yaptığım şeylerden hangisinin sayesinde, motorun çalıştığını düşünürken, Margaret, bana sen bir dâhisin diyerek övgüler yağdırıyordu. Neşemiz yerine gelmişti.50 kilometre kadar gittikten sonra, bizim yaşadığımız durumu yaşayan bir araç gördük. Fransız plakalı arabanın, arkasında durduk.

- Yardım edebileceğimiz bir şey var mı? Diye sorduk. Durumu anlattılar, bizim durumun aynısıydı. Bizim aracımıza yaptığım işlemlerin bir aynısını onların aracına da yaptım.

 Onların aracını da çalıştırmıştım. İnanılmaz sevindiler…

Bir saat sonra İn salah’ taydık. İn salah biraz çukurda olduğu için, çölün en sıcak şehriydi.

Tamanrasset yakınlarındaki Ahaggar platosu, En yüksek tepesi ise 900 metre.

İnsan zor nefes alıyordu. Burada fırın, çayhane, otel bulmak mümkündü ama insanın orada istediği şeyi bulamazdı ne yazık ki. Biz bir lokantaya girdik ve salata sipariş ettik. Bize, sıcak suda haşlanmış kuru fasulye getirdiler. Günün menüsü bu, dediler. Ama benim tahminim, orada menüler günlük değil de haftalıktı.

İN SALAH’TAKİ DİĞER GEZGİNLER

Orada üç İsviçreliye rastladık. Onlar Fas yolundan çölün güneyine inmişler ve tekrar yukarıya çıkarken de minibüsleri bozulmuş. Minibüslerini bir hurdacıya satmışlar. Otostop ile de dönüş yoluna geçmişler.

Aynı lokantada biri bayan üç Fransız’la da karşılaştık. Onlarda macera uğruna, sefillerin son perdesini oynuyorlardı. Başlarına her türlü zorluk ve bela gelmiş. Gün olmuş dermansız kalmış, gün olmuş yemek paraları bile olmamış. Bazen yemek yiyebilmek için lokantalarda bulaşık yıkamışlar. Şimdi ise memleketleri olan Fransa’ya dönmeye çalışıyorlarmış. Dönüş yollarında oldukları için seviniyorlardı. Ama ben bu tip insanları iyi tanırım, Fransa’ya dönüp biraz rahatladıklarında yine durmayacaklardı. Rahatlık onları rahatsız edecek,  yine varlık ve  bolluk içinde oldukları ülkelerini bırakıp, başka yollara çıkıp, sefilleri oynayacaklardı.

BİR SONRAKİ DURAK TAMANRASTED

İn Salah’tan hareket etmeden önce, haritamızı tekrar açtık ve dikkatle inceledik.  Tamanrasted ikinci durağımızdı. O şehir bulunduğumuz yerden 720 kilometre uzaklıktaydı. Bütün petrol ihtiyacımızı karşılamalıydık. Görünüşe göre 200 kilometre uzaklıkta bir kuyu vardı, sonraki 400 kilometrede de bir  daha su olmayacaktı. 200 kilometre sonra mesafede ki  suyun kalitesini miktarını bilmediğimiz için, biz suyumuzu da 720 kilometre susuz olacağımızı hesaplayarak su tedarikimizi de yapmıştık. Bunu, iki kişi için 60 litre  olarak hesapladık. Bütün hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra, yeni tanıştığımız dostlarımız ile vedalaştık.

BU TURİSTLER KEÇİLERİ  KAÇIRMIŞ”

Arabamıza bindik. Aracımız gölgede olduğu halde sauna gibiydi. Yanımıza bir genç yaklaştı;

— Nereye?  Diye sordu..

— Tamanrasset, dedik.

— Uzun yol, yalnız mı gidiyorsunuz?

— Evet.

— Ben bu yolu çok iyi bilirim. Tehlikelidir. Kasabadan 60 km sonra artık yol göremezsiniz, sırf kumdur. Sağınızda solunuzda sadece kum yığınları göreceksiniz, onlar yok yerden oluşur ve birde yer değiştirirler. Buna neden olan şey ise kum fırtınalarıdır. Yolda bazen arabanız takılabilir ama korkmayın bu cip ile gidebilirsiniz. Haritanıza bakarsanız, yolunuzun üzerinde göller göreceksiniz.

O göller şimdilerde kurudur. İlk yağmurda oraları hemen göl olur, gidilmez. Toprağı kildir. Suyu tutar ama şimdi o killin üzerinde araba kullanmak zevkli olur. Asfalt gibidir, kumda yoktur oralarda, kaymak gibi gider insan.

— Peki Tamanrasset ’ten ötesi nasıl?

— Neeee!!! Siz Tamanrasset’ ten daha ileriye mi gideceksiniz? Bu turistler keçileri kaçırmış yahu, oralarda kuş uçmaz, kervan geçmez…

Ben hiç gitmedim. Ama kötü haberleri hep duyarım ondan bundan..

Cezayir çöl falan ama iyidir. Biz Müslümanız. Turist falan demez, her Allah’ın kuluna yardım ederiz.

— Haklısın… dedim.

Bu neşeli gencin gözlerinin içi gülüyordu. İyi bir insan olduğu her halinden belliydi.

— Adın ne?

__ Mustafa

— İnanmam dedi ve inanmadığı da gülüşünden belliydi.

— Çıkardım pasaportumu, başladı okumaya

— Mustafa Cumhur Gökova- 1948

— Yahu sen Müslümansın, nerelisin?

— Türkiyeli

— Nerede bu Türkiye? Rusya’ ya mı yoksa Amerika’ ya mı yakın?

— Rusya’ya.

— Bak, ben hiç bilmiyordum yahu..   DEVAM EDECEK

Editör: TE Bilişim