BORDEAUX

Bordeaux bilindiği üzere şarapları ile meşhur. Ancak bir o kadarda kaleleri ile tanınıyor... Ne yapacağımıza karar vermek için yürürken, kendimizi bir kalenin önünde bulduk. Haliyle önce kaleyi gezdik. Yorulmuşuz, erken yattık. Ertesi günde şarap test etme turuna katıldık. Buraya gelmişken, şarap kültürümüzü de arttırmalıydık. Garonne nehri kıyısında, 1,5 saatlik şarap tatma turunda, tadım yaparak bir çok şarap tanımıştık. Şaraplara dair, detaylı bilgi edinmiş olarak aracımıza dönmüştük. Ertesi gün Fransa’dan çıktık, hedef İspanyaydı. Orada İlk durağımız San Sebastian olacaktı.

Arabamızın kilometresi si 16.400’ ü  gösterirken, San Sebastian koyu bütün güzelliği ile ayaklarımızın altındaydı.

Muhteşem kumsalı, yürüyüş yolları ve eşsiz manzaraları ile harika bir şehirdi.

Kafamız biraz karışmış durumdaydı. İçimizden bir ses, hemen Sahraya çıkın ve maceranın kralını yaşayın diyor, diğeri ise bir daha bu şehirlere kim bilir ne zaman geleceksiniz, gelmişken bütün güzelliklerini görün diyordu.

 Bu arada acıkmıştık ve ilk lokantaya girdik. Yemeği biraz fazla yağlı bulduğum için, yarısını bırakmıştım. Bu durumu fark eden garson, bize bir jest yaptı ve tatlı ikram etti. Birden neşem yerine gelmişti. Ama ücret ödemeyeceğimiz için değildi keyfimin yerine gelmesi. Bu, hayatımda yediğim en güzel tatlı olduğu içindi.

 Garsona tatlı çok güzeldi diyeceğim, yemeği beğenmediğim anlaşılacaktı, yemekler çok güzeldi diyeceğim,  bu da doğru olmayacaktı. Garson sanki derdimi anlamış gibi;

- Efendim, şehrimiz peynir tatlısı ile meşhurdur. Dedi…

Gerçekten de öyleymiş. O gün yediğim peynir tatlısı hiç unutamadığım bir lezzet oldu.

San Sebastian’ da bankaya giderek, seyahat çekinden para bozdurduk. Yanımıza İsviçre’den aldığımız paranın hepsini, seyehat çekine o dönüştürmüştük.Uzun seyahatlerde, her türlü tehlikeye karşı  bu seyahat çekleri çok güvenlı ve iyi oluyordu. Diyelim ki  çekleri kaybettik ve biri çekleri buldu, bankaya gidip bunları paraya çeviremiyor. Çünkü çeklerin üzerinde iki imza yeri var. Birinci kısımlar önceden imzalanmış, ikinci kısımlar bankada kambiyo önünde imzalanacak ve imzalanırken de pasaport gösterilecek.

 İkinci bir emniyet şeklide, bütün çeklerin seri numaralarını ayrı bir yere yazmak ve bir hadise karşısında seri numaraları ilgili makama bildirmekti.

İSPANYOL HALKI CANA YAKIN AMA POLSİ SERT

Biz İspanyol halkını cana yakın, İspanyol polisini sert bulmuştuk. Halkın çoğu Katolik ama kiliseye gitme oranları %30 lardaymış. Bu büyük şehirlerin oranıymış, şehir küçüldükçe ve güneye gidildikçe oran büyüyormuş. Paskalyada ( Hıristiyanların en eski ve en önemli bayramıdır, İsa’nın çarmığa gerildikten sonra 3. Günde dirilişi kutlanır. Kutlama günü 21 Mart’ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günüdür.)  Kilisede ne var ne yok hepsini eller üzerinde, çıplak ayaklar ve maskeli elbiselerle sokak sokak taşıyorlar. Çoğunlukla taşıdıkları, büyük bir kare üzerine oturtulmuş, İsa’nın ve Maria’nın çeşitli heykelleri. Bunlar hakikaten ağır eşyalar. Her kareyi 30-40 kişi taşıyor. Kişilerin suratları perdelerle, bezlerle örtülü ve yüzleri de hiç görünmüyordu. Saat başı durup nefes almak için mola veriyorlardı. İşte tamda o zaman halkın ne kadar batıl inançlı olduğunu düşünmüştük. Zira hepsi kafaları ter revan içinde, gözleri dolmuş ve kızarmış bir biçimde, caddeler boyunca taşıyorlardı ellerinde ki  İsayı temsil eden o ağırlıkları…

Biz, bu bayrama Madrid’ in güneyindeki şehirlerde de rastladık. Bir hafta süren bu İspanyol dini bayramının en hızlı ve hareketli günlerini Sevilla ve Cadız’ da gördük. Bu belki haftanın son günlerinde orada olduğumuzdan belki de halkın buralarda daha dindar olmasından kaynaklanıyordu.

Venedik -İTALYA

Margaret’in, Elizabeth adında  bir ablası vardır. Elizabeth, Peter adında bir Çekoslovak çocukla nişanlıydı. Biz, bu çift ile altı ay Zürich’ te aynı evi paylaşmıştık. Sonra onlar Londra’ ya İngilizce öğrenmeye gitmiş ve bizim seyahatimize çıkış tarihinden bir ay öncede Zürich’ e dönmüşlerdi. Onlar da, seyahatimizin üç haftalık bir bölümüne  katılmaya karar verdiler. Plana göre,  biz onları Algeciras’ ta bekleyecektik. Algeciras, Cebelitarık’a yakın bir kasabadır. Afrika’ya Algeciras’tan geçilir. Aslında Afrika’ya en yakın şehir Cebelitarık’ tır ama bu şehir İspanyollara değil İngilizlere aittir. İngilizlerle, İspanyolların arası açılınca, İspanyollar Cebelitarık’a giden yolu kesmiş, böylece

CEBELİTARIK AOETA KÜÇÜK BİR

İNGİLTERE

Afrika’ya geçiş yolu Algeciras’dan olmuştu.

Cebelitarık enteresan bir şehir.Biz hududa kadar gittik ama baktık ki şehre giriş yok. Eğer bu şehri ille de görmek istiyorsanız, önce vapur ile Afrika’dan Fas a gidecek, Fas’tan

Cebelitarık’a gelecek, şehri gezdikten sonra tekrar Fas’a geri döneceksiniz. Başka bir alternatif ise buraya Madrid’ ten uçak ile gelmek, dönüşü ise yine uçakla Madrid’e dönmek biçiminde yapabilirsiniz…

Burası adeta küçük bir İngiltere. Bütün İngiliz malları burada mevcut hem de  çok daha ucuza.

Biz Peter ve Elizabeth ile Algeciras’ta buluşacaktık. Oraya randevu günümüzden bir hafta önce gittik. Boğaza tepeden bakan bir yere kamp kurduk. Aynı kamp yerinde, İngiliz plakalı bir Land Rover duruyordu. Onlarda  bizim gibi orada kamp kurmuşlar. Uzun saçlı sarışın bir adam ile orta boylu sarışın bir bayan arabadan çıktığında karşılaştık ve selamlaştık. İyi insanlara benziyorlardı. İlk gün hiç konuşmadık. İkinci gün adam, elinde bir sürü balık ile geldi. Arabamızın yanında balıklarını temizlemeye başladı. Ona balıkları kendisinin mi tuttuğunu sordum.

- Hayır, satın aldım, dedi ve biz sohbete başladık..

Adam 30 yaşlarında, moğol bıyıklı, bir İngilizdi. Çok az Almanca biliyordu. Ben sohbetimize İngilizce başlamıştım. Ama o plakamızdan bizi İsviçreli sanarak, Almanca konuşmaya başlamıştı. Karısı Almanmış ve on senedir de evliymişler. Yedi yıldan beride sürekli seyahat ediyorlarmış. Bunu duyunca onlar  ile dost olabileceğimi düşündüm. Mesleğini sorduğumda;

- Hayvan fotoğrafları çekiyorum, dedi ve bizi araçlarına davet etti.

Karısıda bizi aynı sıcakkanlılık ile karşıladı. Bize hemen iki fincan kahve ikram etti. Türk olduğumu öğrenincede,

- Oooo bu kahve sana su gibi gelecek, çok üzgünüm ama daha sert bir kahvemiz yok, dedi.

Kahve tiryakisi olmadığımı, ikram ettiği kahvenin bana gayet iyi geleceğini söyleyerek onu üzüntüden kurtarmıştım.

 ‘’GOBİ ÇÖLÜNÜ GEÇİŞTE Kİ ZORLUKLAR VE KOLAYLIKLAR’’ olarak sohbetimize başlamıştık. Gecemizin konusu da bu olmuştu. Süre gelen sohbetimizde, şu ortak kararlara varmıştık;

Bu çöl üç şekilde geçile bilinirdi..

---- Yalnız çöl üzerindeki pist üzerinden araba ile giderek,

----- Deve ile,

----- Eşek ile.

Araba ile giderken karşılaşacağımız zorluklar ise şunlar olabilirdi;

- Soygunculara rastlamak

- Yolu kaybetmek

- Arabanın arıza yapması

- Çoğu zaman küçük viteste gidildiği için arabanın normalden fazla benzin yakması ve benzinsiz kalınması.

- Karada motordaki hava filtresini, altı ayda bir temizliyorken, çölde bunu her altı saatte bir yapmak gerektiği.

- Arabanın patinaj durumlarında yapılacaklar.

Yeteri kadar benzin alabilme, en az 150 litre olmalıdır. Zira, bazen hiç istasyon olmadan gideceğimiz mesafeler 700 kilometreyi bulmaktadır.

Bizim araba 100 kilometrede 10Litre benzin yakıyordu ve bu 700 kilometre için 70 Litre yapardı. Bunu iki kat olarak hesapladığımızda, 140Litre, 10 Litrede de ekstra yakıt koyarsak, 150Litre yapıyordu. Böyle yolculuklarda her şeyi önceden iyi hesaplamak gerekirdi, işi şansa bırakmak gibi bir şey söz konusu değildi.

ÇÖL YOLCULUĞUNA ÖNLEM

Arabanın takıldığı durumlarda, arabayı yeniden harekete geçirmek için, kare şeklindeki delikli demirler yerine, kum torbaları kullanmak olumlu karşılandı. Böyle şeyleri en ufak noktasına kadar önceden düşünmeliydik çünkü Gobi Çölünün ortasında, ha deyince ne bir tamirci, ne bir yardım bulma imkânımız yoktu, böyle bir şey ummak çok çok iyimser olmak hatta kırmızı karın yağmasını beklemek demekti...

Gelelim yeniden arabanın patinaj durumuna. Bu şayet sert bir şekilde olmuş ise, yani araba motora kadar, kuma gömülmüş ise arabayı kriko ile aynı teker değiştirir gibi kaldırıp, altını doldurmak sonra da aynı işlemi diğer tekere de yapmak gerekirdi. Ancak bu şekilde aracı yeniden hareket haline getirebilirdik. Ön tekerlekleri düz tutarsak, arabanın oradan çıkmaması için hiçbir sebep kalmazdı.

ACABA DELİLİK Mİ?

- Hepsini konuşuyoruz da kum fırtınalarından hiç bahsetmedik…

- Kum fırtınalarımı?

- Tabi ki… Bazen öyle fırtınalar olur ki, bir kum tepeciği sağından soluna taşınır.

- Peki kum fırtınasında ne yapmak lazım?

- Birincisi motorun fırtınaya dönük olmayacak.

- Niye?

- Motorun içi kum dolar ve çalışmaz da onun için, senin arabanın motoru arkada, yani sen her zaman fırtınaya arabanın burnunu çevireceksin. Birde kum tepesi , senin üstüne taşınıyor mu diye bakacaksın.

Birde kendi sağlığınız var tabii… Vücudunuz gölgede 55 derece bir ortama alışık olmadığı için hep susuz kalacak…Günde en az üçer litre su içmelisiniz…

 ----Bence en kolayı bu delilikten vaz geçmek…

ve  Margaret söz alır;

-----Cumhur’u kafasına koyduğu bir şeyden vaz geçirmek mi!!! Ben çölü geçmeyi denerim, inanın bu daha kolaydır…

Hep beraber…

------Ha ha haaaaa……..

Devam edecek

Editör: TE Bilişim