Türk yelkenciliğinde Hocaların Hocası olarak anılan Cumhur Gökova’nın anılarının ilk bölümü, olaylı askerlik görevi sonrasından aile bireyleri tarafından sınır kapısından uğurlanmasıyla bitmişti. Gökova anılarını kendi üslubuyla anlatmayı sürdürüyor:

Huduttan yürüyerek karşıya geçiyorum ve Otostop yapıyorum, ihtiyacım olan her şey sırt çantamda. 1 kişilik çadır, uyku tulumu, çakı, su matarası. İnce bir yağmurluk, arabanın götürdüğü yere kadar gidiyor, akşam karanlık olmadan bir ormana çadırı kuruyor, gün doğuşu ile yola çıkıyorum. Eski komanda eğitmeni yanında çakısı oldu mu hiç bir şeyden korkmuyor.

Bir hafta içinde İsviçre’ye geliyor ve orada yaşayan dayımı buluyorum. Dayım politik nedenlerden dolayı yıllar önce İsviçre’nin Bern şehrine gidip yerleşmiş. Bir hafta dayımda kaldıktan sonra iş aramaya başlıyorum. Bir marangozhanede iş buluyorum ve onlar benim çalışma ve oturma müsaade mi çıkarıyorlar ve çalışmaya başlıyorum. Biraz para biriktirdikten sonra okula gitmeye karar veriyorum. Babam hep benim tercüman olmamı istemişti ben de Zürich’te tercümanlık okuluna yazıldım. Almanca öğreniyordum. Sonra ben bir gün dünya turuna çıkacağım, bana İngilizce de lazım diyerek özel bir İngilizce okuluna gittim. Fiyat çok pahalı geldi.

Ben ‘’İngilizceyi öğrenmeyi çok istiyorum ama param yok’’ deyince, orada ki bayan

 -Nerelisin? Diye sordu...

- Türkiyeliyim... dediğimde,

 - Öylemiiii, ben yeni Türkiye’den geldim, İstanbul ve Kapalı çarşı müthiş bir yer ,dedi.

Sonra biraz sohbet ettik, babamın mesleğini sordu. Öğretmen olduğunu söyleyince çok duygulandı ve,

 - Bir öğretmen olarak bir öğretmen çocuğuna yardım etmek istiyorum. Ben sana boş zamanlarında yapacağın bir iş vereyim karşılığında İngilizce öğrenirsin, dedi ve biz anlaştık.

 Mektup ile İngilizce kursu alanların, imtihan kağıtlarını elimdeki cevap anahtarına bakarak puanlayacağım. Karşılığında da dershanelerde derse katılabileceğim. İş çok hoşuma gitmişti zira aynı imtihan kâğıtlarını yüzlerce defa puanlarken o dersleri de öğreniyordum. Kısa zamanda kendimi idare edecek kadar İngilizce öğrenmiştim.

MESLEĞİMİ BULDUM

Bu arada, okulda Daniel isminde bir İtalyan ile arkadaş oldu. Beraber yelken ile dünya turu hayal etmeye başladık.

Okulun camı Zürich gölüne bakıyor, bende camdan yelken yapanları seyrediyordum. Bir gün Daniel ile yanlarına gittik, hocayı buldum. ‘’Bu yelkenliler çok güzel, sen bunlarla eğitim vererek gezerken kaç para ödüyorsun?’’ diye sordum. ( Zannettim ki hoca olduğu için daha az para ödüyordur.) Hoca soruma şaşırdı.
- Ben niçin para ödeyeceğim, onlar bana ayda 1,600 Frank ödüyorlar, demez mi!
Daniel’ e hemen
- İşte mesleğimi buldum!!! Ben bir yelken hocası olacağım, dedim.

MISIR’DA KALAN MİRAS


Çocukken, aile albümlerine bakardık. Annemin Mısırda, piramitlerde filan resimlerini görürdük. Annemin dedesi Ahmet Zülfikar Paşa, Mısır’a yerleşmiş. Aileden arzu edenleri de Mısır’a davet edermiş. Vapur seyahatinden korkmuş olacaklar ki annem hariç, hiç kimse Mısıra gitmemiş. Benim maceracı ruhumda annemden gelmiş olmalı. O, on altı yaşında bu seyahatlerine başlamış. Paşa dede vefat ettiğinde, tüm mirasını kimse ile paylaşmamak şartı ile anneme bırakmış.
Annem bana, paşa dedenin vefat ettiği haberini verdi ve ‘’derhal Mısır’a git, bütün mirasını al. Nakit’e çevir, bütün parayıda hayırlı işlerde harca ve bitir’’ dedi. Anneme ‘’niçin sen almıyorsun?’’ dediğimde, ‘’babandan çok paramın olmasının, ailemize bir huzursuzluk getireceğine inanıyorum, bundan dolayı’’ dedi.

Kendi kendime, ‘’körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz’’ dedim ve Mısır’a gittim.
Adrese gidip evi buldum…Ev ev değil malikane….Ama bir tuhaflık var…Bütün camları dışarıdan koca koca tahtalar ile çakılıp, kapatılmış. Kapıyı çaldım, dayım açtı.
- Seni Allah gönderdi… Bunlar, bir kişinin becerebileceği işler değil…

Bu Araplar ile baş etmeme imkân yok…

 -Satılık antika eşya var,’’ dedim, birkaç antikacı geldi. Bir odada pazarlık ettiler… Hiçbir şey almadan da gittiler. Onlar gittikten sonra, öbür odaya bir gittim ki, en kıymetli antikalar yerinde yok. Meğer birileri benim ile pazarlık ederken, diğerleri camdan malları kaçırıyormuş. Hemen bir traktör kereste aldım ve camları kapattım.

ÇANTA DOLUSU MISIR PARASI


- Merak etme dayıcım, artık yanındayım.

 Dedim ve çalışmaya başladık.

 Önce satılamayacak eşyaları ayırdık. Bir oda kütüphaneydi. Önce  bunların çok değerli olduğunu düşündük, ama bir oda kitap tamamen değersiz çıktı. Çünkü kitaplar, ne Türkçe ne de Arapçaydı. Arap alfabesi ile yazılmış, eski Osmanlı Türkçe- Farsça söz varlığı ile yazılmıştı.

Farsçadan aldığımız kelimeleri tanıyabilmek için, Fars alfabesini ve bazı kuralları özellikle de kelime türetmenin olmazsa olmazı ekleri çözmüş olmak gerekmektedir ki, bunu Türkiye’de sadece profesörler bilir. Sonuç, kitapları kimseye satamıyoruz. Saklasak okuyamıyoruz. Bende belki bir gün, birinin işine yarar düşüncesiyle bir konteynere koyup, Adapazarı’nda babama yolladım. Babam da  Adapazarı kütüphanesine hediye etti.

 Elimizde bir çanta dolusu Mısır parası var. ‘’Yurt dışına Mısır parası götürmenin hududu nedir?’’ Diye sorduğumuzda ‘’tamamen yasak’’ diyorlar.

 Tek çare  parayı dövize çevirmekti. Her gün küçük bir çanta dolusu Mısır parası ile Piramitlerin oraya gidiyor ve turistlere bankadan daha iyi ödeme yaparak, parayı boza boza paramızı dövize çeviriyorduk. Dayım ile parayı kardeş payı yapıp, İsviçre’ye döndük. Artık birazda zengindim.

ÖNCE KARADAN DÜNYA TURU

Daniel ile İngilizce okuluna  devam ettim.
Artık kendime göre çok param vardı. Param olunca da düşünce tarzım değişmeye başladı. Kendi kendime, ‘’sen dünyayı gezmek istiyorsun, dünyayı denizden gezmek için, bir tekne alman gerekecek ama bir teknen olunca, tekneni bırakıp karadan gezilecek yerleri gezmek zor olur. En iyisi sen karadan gezmek istediğin yerleri gez, sonra deniz seyahatlerine başlarsın’’ dedim.
İlk olarak kendime bir cip satın aldım. Markası 181 Volkswagen idi.
Almanlar bu modeli askeriyede Rus-Alman harbinde kullanmışlar. Tam istediğim gibi, hem rahat hem de bütün cip görevlerini yapabiliyor. Otomatik takviyeli, arka tekerlekten bir tanesi üç kere boşa dönünce, ikinci tekere bağlanıyor ve takviyeli oluyor.
Arka koltuğu yatırdım ve arkasına iki kişilik bir yatak yaptım. Arabanın motoru arkadaydı, öndeki kapağı kaldırınca da normal arabalardaki motor yeri tamamen boş, yani depolama alanımız boldu.

İLK SEYAHAT İTALYA


İlk seyahatimi İtalya’ya yaptım. Sicilya’ya kadar inip, tekrar Zürich’e geldim, sonra güney Fransa ve güney İspanya’yı gezip, tekrar Zürich’ e döndüm. Yeni rota ‘Londra’ deyince Margaret

- Bendeeee, diyerek bize katıldı.

Almanya ve Belçika üzerinden İngiltere’ye girdik. Londra çok kalabalık geldi…
- Çıkalım buradan…..dediğimde,
- Harrods, Harrods…. Demeye başladı.
Mağazaya girince ne demek istediğini anladım. Ben hayatımda böyle büyük bir mağaza görmedim. Fiyatlar uçuk ama alışveriş yapan yapanaydı…

Cip’ ime adeta âşık olmuştum. Tekerlerinden biri üç kere patinaj yapınca, otomatikman takviyeli oluyor ve takıldığı yerden çıkıyordu.
Arkasına bir yatak yaptım, yatağın altına ocak ve buzdolabı koydum. Araba, cip karavan oluverdi.
Seyahat sıralamamı, İsviçre, Almanya, İsveç,
Afrika çölünü geçiş, sonra arabayı satıp, tekne alma, tekne ile kuzey kutbu, tekne ile dünya turu ve
sevdiğim bir ülkeye yerleşmek olarak planladım.

GERİYE BAKINCA: DOĞRU KARARLAR ALMIŞIM


 71 yaşında bu kitabı yazarken düşünüyorum da; Ben yirmi yaşında bir delikanlı olarak, hayata dair hiçte kötü bir planlama yapmamış ve çok güzel kararlar almışım…
Avrupa ülkelerini gezmek, hem çok ucuz hem de çok zevkli oldu. Gittiğim şehirlerdeki görülecek yerleri, gündüz geziyordum. Akşam da genellikle eğlenmek için  diskoteğe gidiyor, bir kadın ile tanışırsam, onun evinde kalıyordum. Tanışmazsam da cipimi sakin bir yere park edip, içinde uyuyordum.
Bir gün Hamburg’dan, Berlin’e giderken, yolda otostop yapan iki kızı arabama aldım. Kızlar ile iki laf ederim diye düşündüm ama onların suratlarından düşen bin parçaydı…
Bunların nesi var, diye düşünüyordum o arada karnımda acıktı. Yeşillik bir alanda durdum, ocağımı çıkardım ve güzel bir yemek yaptım. Yemekten sonra bana, ‘’sigara içebilir miyiz?’’ diye sordular.
- Bu nasıl soru… Açık havadayız.
Dedim ve onlar sigaralarını yaktılar. Bana da teklif ettiler. Teşekkür edip, kullanmadığımı söyledim.
Yemekten sonra, tekrar arabaya binip yola çıktığımızda, kızların neşesi birden yerine gelmişti. Bir gülmeler bir gülmeler…
Ben geçte olsa anladım. Meğer bizim kızlar esrarkeşmiş! Sigarayı içince keyifleri yerine geldi.


DUMANALTI OLDUM

Berlin de halam oturuyordu. Adresi buldum ve gittim. Kapıyı çaldım, ‘’halamın oğlu Apo’’ açtı kapıyı. Bütün aile Türkiye’ye izine gitmiş. Apo hariç.
Kızlar boş evi bulunca yayıldılar. Akşam Apo, ‘’hadi bunları diskoteğe götürelim’’ dedi.
Onun arabasına bindik ve Berlin’ in en büyük diskoteği BİG EDEN önüne geldik. Kapıda uzun bir kuyruk vardı.

 - Siz kuyruğa girin, ben arabayı park edip geleyim. Dedi Apo. İçeriye girdik. Gerçekten gördüğüm en büyük diskotekti. Derken, genç bir delikanlı geldi masamıza bir kibrit kutusu ile vurarak
- Sadece beş mark Esrarın kralı… Dedi!!!

Ben daha ‘’yok kardeşim’’ diyemeden, kızlar on mark vererek, iki kibrit kutusu satın aldılar.

 Sonra hemen tuvalete gittiler. Gitmeleri ile dönmeleri bir oldu.
- Tuvaletler hiç müsait değil, biz biraz arabana gidebilir miyiz? diye sordular.

Apo,
- Araba tam yolun karşısında ki köşede, kelebek camı da açık. Siz gidip gelin, ben masada kalayım yerimizi kaptırmayalım, dedi.
Ben kızları alıp, caddenin karşısına geçtim. Arabaya gittim, kelebek camı kapalıydı ama baktım kapı açık. Ben şoför mahalline, kızlar arkaya oturdu. Kızlar içtikçe keyiflendiler…
Birdenbire iki kişi, ön kapıları aynı anda açtı. Türkçe bağırmaya başladılar…
- Çık ulan dışarı!!! Sana araba nasıl çalınır, gösterelim!!!
- Ne çalması, bu benim kuzenimin arabası…
- Yok eniştemin…Öff araba leş gibi esrar kokuyor… Senin kuzenin arabası ne marka?
- Opellllll…
- Haa haaa haaa, chevrolette oturmuş Opel diyor….Bu araba ne renk?
- Yeşilllll
- Oooo bunlar tam kafayı bulmuş! Maviye de yeşil diyorlar.

- Çık ulan dışarı!
Tam kavga başlayacak, geciktiğimiz için bizi merak eden Apo geliyor. Bizi fark ediyor;

- Burada ne arıyorsunuz? Benim araba bu değil ki… Şu… diye, diğer arabayı gösteriyor…
- Apo bu senin akraban, esrarı fena çekmiş.
- Yok Kamil, bırak esrarı o sigara bile içmez…
- Apo, o zaman bu fena duman altı olmuş…
- Gel sen Cumhur abi, yanlış arabaya binmişsin. Neyse ki bu da arkadaşımın arabası…
Sonra biz eğlencemize dönüyoruz, kızlar yerinde duramıyor. Bende merakla Apo’ya soruyorum…

- Apooo … Duman altı ne demek?
- Esrarı içenin yanında durarak, içmeden kafayı bulmak demek…
- Ben şimdi kafayı mı buldum???
- Bulmasan, adamın mavi arabasına, yeşil der misin???

ÇEKOSLOVAKYA HARİÇ, BÜTÜN Av[1]RUPA’YI GEZDİM


O gece çok eğlendik, ertesi günde Frederik Strasse’ ye gidelim diye tutturdular.
Komünist Berlin tarafına geçtik, orada her şey çok ucuz. Üç kişi yemek yedik, sadece 5 frank ödedik. Ama bizim kilerin suratları hep asık. Bir ara köşe başında duran bir genç ile konuştular, sonra tuvalete gidip geldiler ve yine neşe saçmaya başladılar…
- İşte şimdi komünist Berlin bile güzel ,dediklerinde ben yine anladım ki onlar burada da esrarı bulmuşlar.

Bu şekilde farklı farklı tecrübeler edinerek Çekoslovakya hariç, bütün Avrupa ülkelerini dolaştım.

. ► Devam edecek

Editör: TE Bilişim