Sıra, Afrika çölüne gelmişti.  Margaret Bartchi, planımı duyunca ‘’bende geleceğim’’ dedi. Bende ‘’güzel olur’’ dedim. Durumu babasına anlatmış, babası da beni yemeğe davet etmişti. Evlerine gittim…

Bir ara babası ile yalnız kaldığımda bana

- Kızımın Afrika çöllerine gitmemesi için, elimden geleni yaptım. Kafaya koymuş gidecek, onun fikrini değiştiremedim, seni vazgeçirmek için ne yapabilirim?

- Ben bütün hazırlığımı yaptım. Evimden bile çıktım.

- Zararı yok, yeni bir daire ayarlamak sorun değil.

- Yok. Yok...

-Cipinin yerine, güzel bir arabaya ne dersin?

- Cipimi çok seviyorum...

- Anladım.  Nakit miktarını sen söyle… Deyince gerildim...

- Lütfen şu mevzuyu kapatır mısınız! Size saygısızlık yapmak istemiyorum.

- Anlaşıldı. Seni ikna edemeyeceğim. Ama ben şimdi ne yapacağım biliyor musun?

Bunu bir tehdit gibi algıladım ve kızgın bir şekilde sordum.

- Ne yapacaksınız?

- Kızımın sevgilisi ile gurur duyacağım. Bu seyahati rahat ve emniyetli bir şekilde yapabilmeniz için yardıma hazırım. Lütfen hiç olmazsa şu teklifimi kabul edin.

-  Nedir teklifiniz?

- Hangi devlette, ya da nerede olursanız olun, bir sıkıntı yaşarsanız, yerinizi oranın İsviçre konsolosluğuna bildirin. Ben gerekirse oraya helikopter bile yollarım.

- Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz.

- Kabul ettiniz mi yani?

- Tabii neden olmasın.

- Oh çok teşekkür ederim, bu gece nihayet rahat bir uyku uyuyacağım…

- Bu arada sana küçük bir hediyem var, dedi. Bana üzerinde süngüsü olan bir tüfek verdi.

- İsviçre’de herkes askerdir. Tüfeklerimizde evdedir. Emekli oluncaya kadar, senede on beş gün askere gideriz. Ben emekli oldum, tüfek de benim oldu. Şimdi bu tüfek senin. Gerektiğinde kızımı koruyabileceğinden de hiç şüphem yok artık. Şimdi gönül rahatlığı ile size iyi yolculuklar dileyebilirim…

Konuşmamız bitince, annesi ve Margaret yanımıza geldiler. Annesi ve babası on dakika kadar baş başa kalıp konuştular. Sonra ilk defa bana sarıldılar.

Bir ara Margaret babası ile ne konuştuğumuzu sordu. Anlatınca da bana sarılarak ağladı.

Tek kelime söylemedi...

Ertesi gün Paris yolundaydık. Bazen ana yoldan, bazen ara yollardan giderek, 480 km sonra Dünya’ nın en çok gezilen şehirlerinden biri olan Paris’teydik artık. Tabi ki ilk gideceğimiz yer Eyfel kulesiydi. 1889 yılında açılan ve her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği Eyfel kulesi 324 metre yüksekliğindeymiş.

Söylendiğine göre, inşasına harcanan parayı, ilk 1,5 yılda çıkarmış. Yıllık ortalama ziyaretçi sayısı altı milyon kişiymiş. İyi ki gitmişiz. Görülmeye değerdi.  Kulenin bir köşesinde, kulenin dünyadaki önemli şehirlere olan uzaklığı yazılıydı. İstanbul kuleye 2.263 kilometre uzaklıktaymış.

Hava kararana kadar kuleyi ve parkı gezdik. Yemek işimizi de bir şekilde çözdükten sonra, yatacak yer bulmak için, şehir dışında ormanlık bir alanda arabayı park ettik ve yattık. Silahı yatağın altına, Kasaturayı ise yastığımın altına koymuştum. Tam uykuya dalmak üzereydim ki, arabanın ön tarafında bir tıkırtı duydum. Bir el perdenin arasından elini sokmuş bir şeyler arıyordu. Arabamızı aldığımızda müzik seti yoktu. Sonradan bir müzik seti almıştım ve hoparlörleri kapının ceplerine koymuştum. Adam hoparlörü almış ama kablo ile teybe bağlı olduğu için çekemiyordu. Bu arada ben yastığın altından kasaturayı aldım. Bir an kılıfından çıkarır gibi oldum, sonra kendime mukayyet olup, insaf ettim ve adamın bileğine kılıfı ile yapıştırdım. Adamın böğürmesi ile de kapıyı açtım ve adamın peşine düştüm. O arada virajı dönen bir araba yavaşladı ve bana;

— La kuşe ….la kuşe…diye bağırdı.

Arabaya geldiğimde Margaret’e adamın dediğini söyledim….

—Yatağa git…..yatağa git…demiş, sana dedi.

Böylece İsviçre kasaturası ilk görevini yapmış oldu. Kılıfından çıkarmamakta doğru bir karardı. Ertesi gün Şanzelize’ yi  gezdik. Kültür mirası Louvre Müzesini girdik ve dolaştık.          

Hayatımda bu kadar zengin bir müze görmediğim gibi, tahayyül bile edememiştim. Leonardo Da Vinci nin Mona Lisa  tablosunu da gördükten sonra müzenin kalan kısmını ertesi güne bırakmıştık.

………………………

Üçüncü günü de Notre Dame Kilisesini gezdik.

Charles de Gaulle Meydanındaki zafer anıtının üstüne çıktık.

Her yer park, her yer müzeydi.

Paris için, bir hafta çok az. Bize de çok az gelmişti. Ama, daha görmemiz gereken çok yer vardı. Hayalimizde ki tur, Büyük Sahrayı geçmekti.

Bunun içinde epey hazırlık yapmıştık.

Cipimizi aldık, yola çıkmadan da okulumuzun önüne, ‘’Büyük Sahrayı geçmek için yola çıkıyoruz. Fakirlere eski kıyafet bağışlamak isteyenler bu kutuya atabilir’’. Diye bir tabela asmıştık.

O kadar çok bağış oldu ki, elbiseleri üst üste dizerek yatak yaptık. Elbiseler bitince, altındaki havalı yatağı şişirip onu kullanacağız.

Daha önce Sahraya ait bir seyahatnamede okumuştum. Adam arabasında uyuyor, uyandığı zaman arabanın önünde uzun kuyruklar oluşuyormuş. Çünkü daha önce oralara sadece doktorlar gitmiş. O gün bu gündür, her beyaz adamı doktor sanıyorlarmış. Aynı şey başımıza gelirse diye eczaneden renk renk vitamin hapları aldım.

Gözü yada dişi ağrıyanlara yeşil A vitamini,

zayıf, halsiz ve yorgunlara mavi B vitamini, başı ağrıyanlara aspirin, nezle olanlara, cilt problemi olanlara sarı C vitamini vereceğiz.

Diğer öğrendiğim bir şeyde, Sahraya gidenler Land Rover alıp, arabanın yanlarında kuma takılınca kullanmak için, demir levhalar taşıyorlarmış. Düşündüm de Land Rover ağır bir araba, yanlarında birde demir tabelalar taşırsa daha ağır olur. Ben onun yerine, hafif bir araba alacağım. Demir levha yerine de dört tane patates çuvalı alacağım. Arabam takılırsa, bir tahta ve kriko ile arabayı biraz kaldırıp, altına kum doldurduğum çuvalı koyacağım, sert bir kuma ulaşınca da, kum torbamı tekrar kullanmak için boşaltacağım.

 Bir diğer problem de, patlayan lastikler. Bir lastik patladığında, lastiği söküp deliği yamıyorsunuz ama sıcaklığın, gölgede 55 derece olduğu bir yerde yama tutmuyormuş. Onun içinde dört yedek lastik aldım. Sadece lastik değiştireceğim. Tamir takımı da aldım tabi. Tamir işini de sabaha karşı yapacağım, çünkü günün en serin zamanı o zaman. Hemen her şeyi düşünmüştük.

Zürich’ten çıkış tarihimiz 08.04.1973,Paris 09.04.1973,Madrid’e giriş 14.04.1973,Cebelitarık Boğazı21.04.1973, Afrika’ya ayak basma 27.04.1973

Fas 29.04.1973,Melilla 10.05.1973,Oran 14.05.1973

Alger 22.05.1973.

Arabamız kesinlikle doğru arabaydı. Karavana dönüşümünden sonra, artık 5 kişilik değil, iki kişilik olmuştu ama sıcak havalarda üstünün açılması ön camının yayması bir lüks sayılırdı...

Çölde bazen, 700 km değil bir benzin istasyonu, bir ev bir insan göremeyecektik. Yedek depo işini de ön tampona üç tane 20 kilogramlık bidon monte ederek hallettik.

Zürich’ten, sulu kar yağışı olan bir günde (08.04.1973) ayrılmıştık. Kar sanki, ‘’çabuk Afrika’ya gidin’’ dercesine, lapa lapa yağmaya başlamıştı. Halk, o anda böylesi şiddetli bir kar beklemiyor olmalıydı. Yolda bu kötü hava koşuluna, hazırlıksız yakalandığı için, kaza yapmış çok araç gördük. Bizim zincir filan derdimiz yoktu, zira hem araba arazi vitesli, hem de devamlı kış lastiği kullanıyorduk. Paris’e geldiğimizde kar durmuş, yerini ahmakıslatan yağmuru almıştı.

Bu durumda müzeleri rahat rahat gezebildik.

Artık Paris’te işimiz bitmişti. Paris’te gezimizi tamamladıktan sonra yeniden yola çıktık. İlk durağımız beş yüz kilometre sonra Tours oldu. Tours güzel bir şehirdi. Neredeyse her köşede  bir kilise olması, onların dinlerine çok bağlı olduklarını düşündürmüştü bana.

Yollar ve binalar burada bir zamanlar çok büyük bir saltanat sürüldüğü imajını veriyordu.

Şehir içinde biraz yürüyüş yapıp, güzel bir lokanta aradık. Ara sokaklardan birinde bulduğumuz küçük  lokanta, hem hesaplı hem lezzetliydi.

Şehir dışında konakladık ve bir sonraki durağımız ise Bordeaux olacaktı. Yüz doksan kilometre sonra Bordeaux’ a vardığımızda, arabamızın kilometresi 16.200’ü gösteriyordu. Avrupa bitmek üzereydi.

DEVAM EDECEK

Editör: TE Bilişim