Gecenin epeyce ilerlemesi üzerine, arabamızı yine sakin bir yere çektik ve tam uyumaya hazırlanırken arabanın kapısı vuruldu. Kapıyı açtım, baktım iki İspanyol polisi pasaport kontrolü yapıp, nereye gideceğimizi soruyorlar.

 Bize, burada emniyette olduğumuzu söyleyip iyi geceler dilediler ve bir hisarın üzerine oturup çene çalmaya başladılar. Ertesi gün güneş üzerimize doğmuştu. Yataktan çıkıp hemen denize atladım. Su serindi, üşümemek için de bir sağa bir sola  yüzmeye başladım.

MİDYE ÇIKARMAYI ÖĞRENDİM

Sonra, deniz kıyısında dizlerine kadar suya girmiş, birkaç çocuk gördüm. Eğilmiş bir şeyler arıyorlardı. Önce, ‘midye arıyorlardır’ dedim kendi kendime. Sonra deniz kestanesi veya bilmediğim başka bir şey… Neyse yanlarına gidip, ellerinde tuttukları  torbalara bakınca, içinde denizde bulunabilecek her şeyden, denizde bulunabilen her mahluktan topladıklarını gördüm. Yalnız, çocuklardan bir tanesi, sadece midye topluyordu. Beyaz midyelerdi bunlar. Suyun çok derin olmadığı yerlere dikkatle bakıyor, sonra belirlediği bir noktaya parmağını sokuyor, her seferinde kumun altından bir midye bulup çıkarıyordu. Onun parmağını nereye soktuğuna dikkatlice baktım.

Kumun üzerinde bir delik görüyor, deliğin üzerine parmağını sokuyor ve midyeyi çıkarıyordu. Ben de bir kaç kere denedim.

O bana bakarak elimin boş olduğunu görünce gülerek

— Bu midye, gördüğün her deliğin altında değil. Yan yana gördüğün iki deliğin altında bulunur, dedi.

İlk gördüğüm çift deliğin altını karıştırdım ve midyeyi buldum, gracias dedim. Evet, bulmuştum. Bir tane, bir tane daha derken, bir torbada ben doldurdum. Arabaya döndüğümde Margaret uyanmış, yatağı düzeltmiş ve kahvaltıyı hazırlamış beni bekliyordu. Sabahları çoğunlukla böyleydi bizde… Ben sabah kahvaltısı etmediğim için,aslında o hep yalnız yapardı kahvaltısını. Ona, öğle yemeği için midye topladım, pişirmesini bilir misin? dedim. -Hiç pişirmedim, ama deneriz, dedi.

 Ben tekrar denize girdim, yoruluncaya kadarda yüzdüm. Döndüğümde Margaret bu kez öğle yemeği pişiriyordu. Domates sosu içerisinde midyeler ve makarna. Pişirme işi bitince, sosu makarna ile karıştırıp başladık yemeye, tadı hiç de fena değildi. Ama, gel gelelim, midyenin içindeki kumlardan midyeyi yiyemiyordum. Ben makarnayı, o ise kumlu midyeleri yedi.

Sonra o işinde sırrını öğrendik, meğer midyeleri en az altı saat tuzlu suda bekletmemiz gerekiyormuş. Suyun içine birde karabiber atılırsa, midye kumları daha çabuk kusuyormuş. Midyelerin koyulduğu tencere bir bez ile kapatılırsa karanlık ve sakin ortamı seven midyeler kumları daha çabuk kusuyorlarmış.

Bunu öğrendikten sonra bir midye yemeği de ben yaptım…Çok lezzetli oldu.

BEYAZ ŞARAPLI MİDYE YEMEĞİ

Önce, tavaya bol tereyağı koyulur.

Bir baş sarımsak, ufak parçalar halinde ilave edilir. Sonra, iki baş ince doğranmış kırmızı soğan ve küçük kesilmiş limon ilave edilir. Tuz, karabiber kırmızıbiber ve Oregon baharatları konur ve beyaz şarabımız ilave edilir. Sonrada biraz doğranmış domates ilave ederiz. Domatesler yumuşadığında ise üzerine maydanoz serperiz. Yemeğimiz böylece hazır olur.

Öğleden sonra deniz durulup, mavileşmişti. Uzaktan bakıldığında ısınmış izlemini veriyordu. Dayanamadım, gözlük, palet, zıpkınım ve denizdeydim.

 Balıklar önümden, kayıtsızca sanki beni hafife alır gibi geçip gidiyorlardı. Zaten bende onlarla ilgilenmiyordum. Zira, ben mürekkep balığını merak ediyordum. Polipler, denizkestaneleri, midyeler, denizanaları, kaçışan diğer küçük balıklar…

Hah işte! Kaya dibi yosunlu, aradığım mürekkep balığını hemen vurdum ve torbama koydum. Etraf simsiyah mürekkep olmuştu. Denizden çıktım ve Margaret’in yanına gittim. Balığı temizlemeye başladım. Beni gören yaşlı bir İspanyol;

-Sen ne yapıyorsun? Mürekkep balığı öyle temizlenmez ki!!!

Gibi laflar etti ve bıçağı elimden aldı. Başladı balığı temizlemeye. Önce balığın derisini yüzüverdi, boyun tarafını yandan kesti. Sonra, balığı arkadan öne doğru iterek, balığın sırtından el büyüklüğünde beyaz renkte bir kemik çıkardı. Geriye kalan balığı da, ufak parçalar halinde kesip, tavaya attı. Bu işi o kadar seri ve profesyonel yapıyordu ki sanki bana ‘’balık öyle değil, böyle temizlenir’’ diyordu. Elleri simsiyah mürekkep olmuştu. Bu durumlar için alıp sakladığım sigaralardan birini takdim ettim. Oda aldı ve teşekkür etti bana.

- Asıl, ben teşekkür ederim, dedim… Söylediğimi anlamış mıydı bilmiyorum ama tebessüm ederek yoluna devam etmişti.

Mürekkep balığı da epey lezzetliymiş. Güzel oldu.

Yemekten sonra da yeniden, Land Rover’daki İngilizlerle sohbete gittik.O İngiliz, beni çöl seferimden vazgeçirmeye kararlıydı sanki..

- Bu akşam size bir sorum var… Tahmin edin bakalım, insanlar çölde en çok hangi sebepten dolayı ölmüştür?

- Susuzluktan.

- Hayır…

- Güneşten

- Hayır…

Ne dediysek hayır, hayır……Sonunda kendisi cevapladı.

- Sudan.

Hayretle ve birazda inanmamış gözlerle ona bakmıştık. Ancak o gayet ciddi olarak konuşmasına devam etti.

Çölde, köy ve kasabalar haliyle su kenarlarına kurulur. Su, çoğunlukla kaynaklar halinde yerden çıkar. Senelerce, normal akan su, bazen coşar ve üç beş kat güçlü ve de hızlı akmaya başlar. Sular her şeyi önüne katarak, alır götürür. Evler, sellere karşı değil sadece güneşe karşı korumalı inşa edilmiştir. Etrafta, seli yavaşlatacak ağaçta yoktur. Bazen birkaç köy, bazen bütün kasaba yok olur…

Orada ki insanlar yüzmede bilmez. Bütün eşyaları, bütün hayvanları ile beraber sele kapılıp giderler. Çok yağmurlu havalarda da durum hemen hemen aynıdır…

Çölün başlangıç ve bitiminde toprak kırmızıdır, suyu yutmaz. Gece yağmur yağar, gündüz bakmışsın yanı başında bir göl oluşuvermiş. Bu sohbet ve tespitlerden sonra çöle gitme ve Gobi Çölünü geçme arzusu daha da büyüdü bende. Çölün bir ucundan başlayıp,  diğer ucundan çıkmak…

Her türlü insanını tanımak, susuzluğunu görüp suyunu içmek, kumunu, taşını, toprağını, hayvanını ve yaşantısını görmek istiyordum çölün…

Margaret’in ablası ile buluşma

27.04.1973, günlerden Cumaydı. Ogün İsviçre’den, Margaret’in ablası Elizabeth ve nişanlısı Peter’ i bekliyorduk. Randevumuz saat 12:00’ de Algeciras limanındaydı. Bu randevuyu on sekiz gün önce Zürich’ te kararlaştırmıştık. Randevularına tam bir İsviçreli gibi zamanında geldiler. Öpüşüp kucaklaşıldı, yolculuklar anlatıldı. Bize Valencia’dan getirdikleri portakalları yedik.

Aldığımız karara göre o akşam, karşıya ( Afrika’ya ) geçmek niyetindeydik. Сeuta’ ya vapur sorduk, akşam 18.00’ da olduğunu söylediler. Biletlerimizi aldık. Araba ve iki kişi 800 peseta ödemiştik. Bu da bizim paramızla 160 TL yapıyordu. Öğleden sonra, Cebelitarık kıyısına giderek, şehre huduttan dürbünle baktık.

Tepeye yerleştirilmiş İngiliz topları görmüştük. Cebelitarık’ta, Avrupa’nın son maymunları yaşar. Burada, İngiliz askerleri, maymunlara kimse bir şey yapmasın diye, silahla beklerler. Çünkü inançlarına göre, buradaki son maymun öldüğünde, Cebelitarık elden gidecektir.

Hudut kıyısında, bir tenis sahasının sosyal tesisinde, kişi başı 20 peseta ödemek suretiyle sıcak duşlarımızı aldık. Saat 18.00’ da vapurdaydık. Deniz gayet sakin, vapur Avrupa’dan Afrika’ya doğru yol alıyordu.

DEVAM EDECEK

Editör: TE Bilişim