Yataktan zorla kaldırılıyordum. Bir yanda beni kaldırmaya çalışan annemin eli, bir yanda da susmak bilmeyen bir alarm sesi vardı. Gözüm kapalı bir şekilde yüzümü yıkadım. Yıkadıktan sonra ısrarla gözlerimi açmadım. Önlüğümü giyerken tek gözümü açıp, düğmelerin deliğe oturup, oturmadığını kontrol ediyordum. Büyük uğraşlar sonunda önlüğümü giymiştim. Çantama o gün olmayan derslerin bile kitaplarını, defterlerini koymuştum. Sırtımda hayatın zorluğunun dışında bir de bu ağır çanta vardı. Annem kapıda hazırladığı beslenme çantasını elime tutuşturdu, matarayı da boynuma astı.

Servise bindiğimde derin bir sessizlik vardı. Meraklı gözlerle herkes camdan dışarıyı izliyordu. İstemeyerek günaydın dedikten sonra boş bir koltuğa oturdum ve zorlukla açık tutuğum gözlerimi kapattım. Gözlerimi açtığımda okula gelmiştim. Servistekiler kapının açılmasıyla hızla okulun kapısına doğru koştular. Anlam veremedim. Sabah sabah nereden buluyorlardı bu kadar enerjiyi. Bu yaştaki bir çocuğun sabahın erken saatlerinde kalkıp okula gitmesinin anlamı neydi? Bütün gün okuldan mı ibaretti?

Sakin adımlarla sınıfta en arkadaki sırama geçtim. Matarayı bir yere koyup, beslenme çantasını askılığa astım. Benden ağır olan, içi bilgi dolu olan çantamı ise sırada bir yere yerleştirmeye çalıştım. Nereye denediysem sığmadı en sonunda çantayı yere koyma kararı aldım ve uyguladım. Bu yaşlarda aldığımız kararları hemen uygulamak en sevdiğim şeydi. Her ne kadar annem ‘’Çantanı sakın yere koyma’’ dese de ben okul personelinin yerleri pırıl pırıl yaptığından emindim.

Öğretmen geldi derse başlamadan yerlerinizi değiştirelim dedi. Her halde o da sabah okula gelmekten sıkılmış olacaktı ki böyle bir şey söyledi. İsmimi söyledi, ayağa kalktım ve sonrasında ‘’Sen orada kal’’ dedi. Ben de tebessüm ederek yerime oturdum. İçimde Dünya Kupası’nı kazanmışlığın mutluluğu vardı. Yerimden çok memnundum. Hem kim uğraşacaktı bu ağır çantayı alıp, başka yere geçmeyi. Hatta yeni sıra arkadaşıyla samimiyet kurmak, silgini, kalemini paylaşmak uğraşılacak iş değildi.

Yerleşme bittikten sonra öğretmen dersi anlatmaya başladı. Tahtaya bir şeyler yazıyordu fakat ben göremiyordum. Kör değildim ama tahtayı görüyor içinde yazılanları okuyamıyordum. Gözlerimi kıstım, çekik gözlü gibi baktıysam da olmadı, okuyamadım. Çok dert etmedim bu durumu ta ki öğretmen ‘’Tahtadakileri defterinize geçirin.’’ diyene kadar. Olmadı, yapamadım, göremedim, yazamadım. Durumu fark eden öğretmen bana tahtayı göremediğimi ve ön sıralara geçmemi söyledi. Başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Emir demiri keser diyerek, başımı öne eğdim, birkaç gülme sesi arasında en ön sıraya geçtim. Tahtadakileri defterime yazdım.

Okul çıkışında annem beni göz doktoruna götürdü. Gözlerimin bozuk olduğu anlaşıldı. Doktor gözlük yazdı. Ben ‘’Olmaz, olamaz.’’ desem de bu yakarışlarım pek fayda etmedi. Doktor neden gözlük takmak istemediğimi sorduğunda, hoşlandığım kızın bana dört göz demesinden korktuğumu söyledim. Güldü. ‘’Olur mu hiç öyle şey. Artık gözlük çok moda. Hem kızlar gözlüklü erkeklerden hoşlanıyor artık.’’ dese de ben inanmadım. Kendisi kırk yıldır gözlük takıyor ama hâlâ bekârdı.

Ertesi gün gözlüğü takıp, okula gittim. Sınıfa girdiğimde herkes bana bakıyordu. Elimle yüzümü, gözümü hatta fermuarımın açık olup, olmadığını bile kontrol ettim fakat her şey normaldi. Sadece gözümde gözlük vardı. ‘’Dört göz’’, ‘’Cam göz’’ sesleri arasında arka sıradaki mekânıma yani sırama geçmiştim. Artık tahtayı görüyordum görmesine de ya o beni eskisi gibi görmüyorsa diye düşündüm. Arkaya doğru kafasını çevirdi. Bana baktı ama gülmüyordu aksine parmaklarıyla ‘’beğendim’’ işareti yapmıştı. O günden sonra uyurken bile gözlüklerimi çıkarmadım.