Atatürk, birilerinin ‘halifeliği kaldırması, tekke ve zaviye türü yerler kapatması’ üzerinden iddia ettiği gibi dinsiz, ateist veya din düşmanı değildi.

Atatürk’ göre “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi” değildi.

O’na göre “Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafaza” hakkı da yoktu.

“Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz” diyerek ruhbanlık sınıfını da Şeyhülislamlık makamını da tedavülden kaldırdı.

Bunları kaldırdı ama boşlukta bırakmadı.

Vazgeçilmez ve zaruri ihtiyaç olarak addettiği din eğitimin örgün kısmını “Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir” diyerek milli eğitime bağlı okullara ve din eğitiminin yaygın kısmını da, kaldırdığı halifelik yerine ikame ettiği Diyanet İşleri Başkanlığına bağladı.

Yani okul çağındaki çocukların dini eğitimi bundan böyle merdiven altında değil bizzat okullarda verilecek, sair vatandaşların dini eğitim ihtiyaçları da Diyanet İşleri Başkanlığı uhdesindeki cami ve kurslarda karşılanacaktı.

Bunda dinen bir mahzur var mıdır? Bu din düşmanlığı mıdır? Asla…

Ama benzeri değişiklik ve devrimler sonucu tezgahları bozulan, çıkar çarklarına çomak sokulan güruh sürekli aksini düşündü ve iddia etti.

Onları anlarım, kendilerince haklı olabilirler. Ama ya Diyanet?

Varlığını Atatürk’e borçlu olan Diyanet İşleri, nasıl olur da banisine düşmanlık eder, işte buna akıl sır erdirmek pek mümkün değil.

Maalesef ki geldiğimiz noktada toplum nezdinde Diyanet’e karşı büyük bir tepki var.

Tepkiler hiç de sebepsiz değil;

DİB’in, Anayasa’da belirtilen amaçlar doğrultusunda görev yapmayı bırakıp kuruluş amacının tamamen dışına çıkması,

Siyasete soyunup iktidar partisinin bir memuruymuşçasına davranması,

Cami ve bağlı kurumlarda iktidar partisi mensuplarının siyasi propaganda yapmalarının önünün açılması,

Yetmezmiş gibi de zaman zaman muhalif partilere yönelik propagandalara alet olunması,

Milli bayramlar ve 10 Kasım öncesindeki cuma hutbelerinde Atatürk'ten söz edilmemesi ve Atatürk’ün yok farz edilmesi,

Daha acısı da DİB Başkanı’nın ‘keşke Yunan kazansaydı’ diyebilen meczuplara itibar ziyareti yapması… DİB’in itibar kaybına sebep olan ve saygınlığını azaltan icraatları saymakla bitmiyor maalesef.

Diyanet İşleri Başkanlığının kurulma sebeplerinden bir tanesi ve belki de en önemlisi tarikat-cemaat türü yapılanmaların önüne geçilmesi ve bu yapılarla mücadele edilmesiydi.

Bakın bu ülke en son çok büyük bir trajedi yaşadı; 15 Temmuz…

Bir cemaatin önünün açılması, görmezden gelinmesi, başı boş bırakılması durumunda nelere kadir olduğunun göstergesiydi bu…

Peki öncesinde ve sonrasında bizim DİB, konuyla alakalı bir çalışma yaptı mı? Mimberlerden, kendine tahsis edilen tv.lerden şöyle gerçekten aydınlatıcı, bilgilendirici, okuyanın ya da dinleyenin ‘yahu bu cemaat de neymiş böyle’ diyebileceği bir karşı görüş ortaya koyabildi mi? Hayır…

Biz o cemaate karşı, sadece muktedirlerin hamasi nutuklarıyla mücadele ettik. O da hiç kimseyi kesmedi.

DİB’in görev ve sorumluluklarını ne kadar yerine getirip getirmediğine yönelik önemli sorulardan bir tanesi de şu; Bu devasa bütçe ve bunca personelliyle DİB ne işe yarıyor?

Bu soruyu alanıyla ilgili soruyorlar haliyle, yoksa bozulan ekonominin hesabını soracak değiliz.

Gerçekten, ne işe yarıyorsunuz?

Sosyal hastalıklar alıp başını gitmiş, sözde çoğunluğu Müslüman bir ülkede fuhuş, hırsızlık, arsızlık daha da ötesi Deizm ve Ateizm almış başını gitmişse, her Müslümanın bu soruyu sorma, eleştirme ve yakanıza yapışma hakkı vardır; Siz ne işe yarıyorsunuz Allah aşkına?