Hz. Ali’nin Mısır valiliğine atadığı Malik’e gönderdiği emirname malumunuzdur.

Malumunuzdur çünkü, yönetici nasıl olmalı başlıklı pek çok kitapta yazılmış, konferanslarda baş anekdot olarak kullanılmıştır.

Mehmet Akif Ersoy da, “Hz. Ali’nin Bir Devlet Adamına Emirnâmesi” adıyla Türkçeye çevirip neşrettiği bu emirname, bütün zamanların siyaset sosyolojisi açısından son derece önemlidir.

Çoğunuz, yahu yeter ezberledik diyeceksiniz belki…

Yetmez! Hele ki dindar oldukları iddiasıyla bu ülkeyi yönetenler, bu emirnameyi uygulamadıkları müddetçe paylaşılmalı, başlarına kakılmalı ki bilmiyorlarsa öğrensinler, biliyor da yapmıyorlarsa da vebali günahı boyunlarına olsun…

“Ey Mâlik!”

“Halkın her kesimine daima sevgi, şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaş.

Zayıf insanların üzerine yırtıcı hayvanlar gibi gitme, onların mal ve eşyalarına el koymayı ganimet sayma.

Halkın bir kısmı mümin insanlardır ki bunlar senin din kardeşlerindir, diğer kısmı da zimmîlerdir ki bunlar da tıpkı senin gibi Allah’ın kullarıdır. Hata ve kusurlarının Allah tarafından affedilmesini istemen gibi sen de idaren altındaki insanların bilerek veya bilmeyerek işledikleri hataları affet…

Yönetici için en ağır yük yakın çevreni sarmış adamlardır ki bunlar iyi gün dostlarıdır. Zor zamanlarda hiçbir yardımda bulunmadıkları gibi adaletin tesisine de engel olurlar. Kendilerine verilen imkânlara razı olmazlar, şükürden anlamazlar…

Oysa İslam toplumunun ana gövdesini oluşturan, dini koruyan ve din düşmanlara karşı vaziyet alan insanlar halk tabakasıdır. Bu yüzden kalbin ve sevgin halktan yana olsun.

Çevrene kümelenen insanların yağcılık yapmalarına, yüzüne karşı seni pohpohlamalarına, yapmadığın güzel işleri sana mal edip nefsini okşamalarına izin verme. Bilesin ki fazla övgü insanı kibre yönlendirir, gaflete düşürür.

Ayrıca iyilik eden ile kötülük işleyeni eşit tutma. Yoksa, iyi insanlar iyilikten vazgeçerler.

Her yöneticinin yanına sorumsuzca davranan özel dostları kümelenir, bunlar halka zulmeder, insanları insafsızca ezer. Sakın yakın çevrene, dostlarına ve hısımlarına devlet imkânlarından yararlanma hakkı verme!

Bunların talepte bulunmalarına asla müsaade etme. Aksi halde söz konusu taleplerin karşılanması o yöneticilerin maddi servet biriktirmesine vesile olur; ama bunun sana getirisi olmaz. Üstelik ağır yük dünyada ve ahirette senin üzerinde kalır.

Halkın hakkını hukukunu gözet. Şayet halk senin birtakım haksızlıklar yaptığını düşünüyorsa, özür beyan ederek halkın bu zannını bertaraf et.

Halkı affetmenden dolayı pişmanlık duyma; cezalandırmandan dolayı da sevinip gururlanma.

Bir de sakın, “Ben güçlüyüm, emrederim, halk bana itaat eder” deyip halkın üstüne çullanma. Çünkü bu tarz bir duygu ve düşünce kalbi ifsat eder, inanç zafiyetine yol açar.

Saltanatından dolayı asla övünme. Allah’ın azamet ve kudretine benzemekten kork.

Tayin ettiğin yardımcı, memur, asker ve polis, fakir ve güçsüz insanlara zulüm etmesin ve baskı yapmasın.

Korku ve şiddeti ortadan kaldır, sertlik ve otoriterliği kendinden uzak tut ki insanlar seninle yüz yüze korkmadan, çekinmeden rahatça konuşabilsin…

Mahkemelerdeki davaların sonuçlarına ve yargıçların tutum ve davranışlarına çok dikkat et.

Zira bu din, bozuk düzen anlayışının bir uzantısı olarak şerir insanların elinde esir oldu.

Ne acıdır ki bu şerir insanlar din namına istediklerini yapıyorlar ve dini kullanarak dünyalık toplamanın yolunu buluyorlar.”

Evet, bilmiyorsanız da bu yazıyı okuduğunuz an öğrendiniz ve öğrendiğinizle amel etmek zorundasınız.

Yoksa günahı vebali boynunuza!!!

DEVLETİN DİNİ ADALETTİR!

Yine, küçüklüğünden itibaren Hz. Peygamber’in himayesine giren, O’nun saadet hanesinde ve O’nun taht-ı terbiyesinde bulunan, çocukluğundan itibaren O’nu örnek alarak alan, O’na layık olmayı hayatının biricik gayesi olarak gören ve Peygamber efendimizin “Ben ilim şehriyim, Ali kapısıdır, “Ali bendendir, ben Ali’denim” diye tarif ettiği Hz. Ali diyor ki; Devletin dini adalettir.

Hayda, ne demek devletin dini adalettir?

Devlet adamlarının, devleti yönetenlerin, yerel genel bütün yöneticilerin dini adalet, demektir.

Siz yöneticiler, siz dindar olduğuna iddia eden yerel ve genel yöneticiler, sizin göreviniz, devletin ödediği telefonlarından bol keseden Cuma, kandil, bayram mesajları gönderip, her cümleye ‘elhamdülillah, inşallah, maşallah, hamdolsun kelimeleri sıkıştırmaktan, kalabalıklar eşliğinde camiye gidip ibadet etmekten ibaret değil, demektir.

Siz istediğiniz kadar dindar olduğunuzu iddia edin, bunu istediğiniz kadar söz ve davranışlarınızla süsleyerek göstermeye çalışın, nafile, boşa uğraşıyorsunuz, demektir.

Yani adaletli davranmıyorsanız, insanların hakkını hukukunu çiğniyorsanız, sizden olanlarla almayanlara farklı davranıyorsanız, adam kayırıyor, torpil yapıyor, yandaş kayırıyorsanız, siz dinsizsiniz, demektir.

Daha ne diyeyim ki!!!

EZAN SESİNDEN RAHATSIZ OLMAK!

Ozan diyor ya hani; “Ak göğsün arası zemzem pınarı, İçsem öldürürler, içmesem öldüm!”

Bazen öyle konular vardır ki yazmasanız olmaz, yazsanız adamı linç ederler.

Konu, ezan…

Yahu bir insan ezan sesinden rahatsız olur mu? Hele bir Müslüman…

Büromuz Hilmi Kayın’da. Orhan Cami dibi neredeyse…

Ezan öyle bir okunmalı ki, hiç gidesi olmayanı bile camiye çekebilmeli, öyle bir okunmalı ki insanın içi titremeli, içi…

Gel gör ki ezan başladığı an bizim camlar zangır zangır titriyor, ki o an yüz yüze görüşmek ve telefonla konuşmak da mümkün değil.

Ulan biz miyiz sadece ezan düşmanı! dedim merak ettim, hiç de yalnız değilmişiz.

Özellikle 15 Temmuz sonrası bu tür şikayetler artmış.

Haliyle bize de yazmak düşer.

50 metre arkada Ağa Cami var, Bulvar sonunda Yeni Cami, yan tarafta Tozlu Cami, yani adım başı cami varken, sadece Orhan Cami varmış gibi ve sesini bir uçtan öbür ucu ulaştırmak zorundaymış gibi, sesi bu kadar açmanız için sebebiniz ne acaba sayın yetkililer?