Seksen iki milyon kardeşiz. Milletimizin kahir ekseriyetinin bu ülkenin iyilik ve güzelliğini istediğine inanıyorum. Yüreklerimizin aynı sevinçle coşup aynı acıyla yandığını biliyorum. Fakat, Türkiye’miz son yıllarda büyük bir girdaba sürüklenmiş durumdadır. Çocuklarımız neşesiz, gençlerimiz işsiz, annelerimiz umutsuz, babalarımız çaresiz… Ekonomik, sosyal, ahlaki bir buhranın içinde sürüklenip duruyoruz. Sadece maddi varlığımız değil, inancımızla birlikte ahlak, vatan, millet, devlet, bayrak gibi her türlü manevi mukaddes değerlerimiz tüketilmektedir.

Bilmeliyiz ki devlet yönetimlerinde zaman içinde yöneticiler de, yönetimler de bozulabilir. Erasmus şöyle diyor: Tarihin sayfalarını karıştırdığınızda her zaman için bir dönemin ahlakının o dönemin yöneticisinin hayatını yansıttığını görürsünüz. Farabi ve Nizamülmülk gibi bilgeler de “bir ülke halkının huzurlu ve mutlu bir hayat sürmesi için yöneticilerin kendisinin değil, halkın mutluluğunu esas alması gerektiğini” söyler. Bu tespitlerin ne kadar isabetli olup, olmadığını takdirlerinize sunuyorum.

Maalesef milletimiz uzun zamandır bir gerilim ve kutuplaşmanın içine düşürülmüştür. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, şu partili-bu partili, muhafazakar-liberal, sağcı-solcu denerek kardeş kardeşe düşman edilmeye çalışılmıştır. Oysa hava kadar, su kadar huzura, birlik beraberliğe ve kardeşliğe muhtacız. Diğer yandan “itibardan tasarruf olmaz” denilerek ülkemizin kaynakları Osmanlı Devletindeki LALE DEVRİ misali kaynaklarımız israf edilmektedir. Gençlerimiz bin bir umutla okuyorlar ama işe girebilene aşk olsun. Yönetenler “her üniversite mezunu iş bulur diye bir kural yok” diyerek kapıları gençlerimizin yüzlerine kapattılar. Oysa, üniversite okumasa da bir ülke için genç emek potansiyeli büyük bir silahtır iş bilene… Çiftçimiz, köylümüz tohuma, mazota, samana muhtaç hale getirildi. Kendi toprağını işleyemez kendi yurdunda geçinemez hale düşürüldü. Bu milletin dişinden tırnağından keserek, canını dişine takarak yaptığı fabrikalar, tesisler gözlerini kırpmadan yabancılara üç kuruşa, beş kuruşa satıldı. Milletin malı mülkü heba oldu. Faizci iktidarların millete ödettiği borçlar karşılığında bu varlıklarımız elimizden gitti. Üretim ekonomisi terk edilip, bunun yerine neye ihtiyacımız varsa ithal eder duruma getirildik. Kendi sanayicimiz, çiftçimiz ve hayvancımızı destekleyip üreteceğimize; yabancı ülkelerin sanayicileri, çiftçisi ve hayvancısı desteklenmiş oldu “yerli ve milli” geçinen iktidar devrinde. Ve bu ülkelerden plaketler, madalyalar alma “şerefine” sahip olundu. Ne acı bir durumdur anlayana…

Uygulanan ekonomik model olarak ise, koca bir ülke betona gömüldü. Varsa yoksa beton, varsa yoksa rant, varsa yoksa inşaat dediler. Hızlarını alamayıp şimdi de KANAL İSTANBUL “çılgın projesini” gerçekleştirmek için hakikaten bence de “çılgınlık” peşindeler. Ülkemizin bütçesi her yıl açık verirken, “borç yiğidin kamçısıdır” hezeyanını “borç alan emir alır” atasözünden daha kıymetli görmekteler. Torunlarımızın dahi ödeyemeye bileceği borçları ülkemizin sırtına yüklemekten çekinilmiyor. Bu gidiş nereye?

Halbuki araba yapıyoruz, uçak yapıyoruz diyerek şov yapılacağına, on sekiz yılın sonunda bu arabalar yollarda ve uçağımız havalarda uçsaydı da, biz de F-35 için Amerika’nın kuyruğunda olmasaydık, olmaz mıydı? İnanın seksen iki milyon vatandaş sizi alkışlardık ve tebrik ederdik. Ama algı yönetimi de bir yere kadar, öyle değil mi?

Ama bu Avrupa Birliği (HAÇLILAR) sevdasından vazgeçmezseniz, Türkiye ve İslam düşmanı ABD terör devletini stratejik ortak olarak görmekten vazgeçmezseniz, İSRAİL terör devletiyle gizli-aşikar ilişkilerinizi bitirmediğiniz sürece; bu hayırlı işleri gerçekleştiremezseniz. Çünkü, bu Haçlılar yani AB ülkeleri ve çağımızın Firavunu ABD-İsrail size bunları yaptırtmaz. Tarafınızı bu denkleme göre konumlandırmalısınız. Ya D-8 ve İSLAM BİRLİĞİ ya da şu anki gidişatla yola devam. Tercih sizin, tercih seçmenin. Yurttaşlar makam ve rant delisi ile vatan delilerini ayırt etmezse, işimiz zor.

Yazımı “maaile” dergisinden Şeymanur Atakul’un yazısından alıntıyla bitirelim.

Sahi ne zaman bu kadar delirdik biz? Okumayı terk edecek kadar? İşittiklerimizi duyamayacak kadar. Bir şarj bitiminde kaybedeceğimiz her şey kadar nasıl delirdik?

Tamam, kabul, birazcık ta deli olmak lazım tabi ki. Kitabın delisi, güzel bir filmin delisi falan. Ama deli olmanın da afili bir yanı olmalı. Şunun delisiyim diye anlatabilmeli değil mi? Boşuna delilik olmaz çünkü. Bir sebep ve o sebebi besleyecek bir şey olmalı. Ve bir deli şöyle haykırıyor filmde: ”Fazla büyük usta kalmadı. Zamanımızın gerçek büyük kötülüğü budur. Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış. ”Kalbin yollarını güneşe çevirecek bir şeyler bulmalıyız belki de. Bizi kendimize ulaştıran o yolları aydınlatmaya… Belki bir el uzatmalıyız ya da bir şiirle körüklemeliyiz ateşi. Yolumuzu aydınlatsın diye. Ve artık bir deli bir şeyleri yapabileceğimizi haykırmalı. Yapamasak da hayalini harekete geçirebileceğimiz bir şeyler…

“Dünyanın değişmesini istiyorsak el ele vermeliyiz. Deli bir adam kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim dünyadır burası. Biraz deli olsak ne çıkar yani? Yaksak ve yıksak bütün kalıplaşmış ve beynimize yerleştirilen tüm cümlelerimizi. Bir alev olsa sözlerimiz. Bir isyan çıkarsa kelimelere. Bir el uzatsak kalbimize, kendimize… Ve uzaklaşsak… Mekanın tüm delileriyle birlikte…