Vaktiyle bir çifti varmış. Dönüm dönüm üzüm bağlarından geçimini sağlarmış. Zaman geçip yaşlanan çiftçi“; “Aman, ben­den sonra evlatlarım arasında mal için kavga dövüş çıkacağına, şimdiden vereyim de güzellikle halledilsin bu iş” diyerek üzüm bağını kendi hesabınca üç oğlu arasında pay etmiş. O günden sonra bağı işleyip kazancını almak oğullarına düşmüş.

Günün birinde çiftçinin karısı güzel bir göz­leme yapmış. Gözlemeyi sofraya getirince; “Aman! Bey demiş, ne olurdu sanki bir karış toprak da bize ayırsaydın. Şimdi gözlememizin yanına üzümü katık ederdik” demiş.

Çiftçi gülmüş, “İlahi hanım, demiş, sanki ele verdim üzümü. Verdiysem kendi evlatları­mıza verdim. Ha onların malı, ha bizim malımız. Ver sen bana şuradan büyükçe bir sepet. Biraz üzüm kesip geleyim. Doğru diyorsun, gözleme­nin yanında iyi gider…

Çiftçi sepeti alıp evden çıkmış. Önce büyük oğlunun bağına gitmiş. Büyük oğlan da tam o sırada bağını suluyormuş. Biraz hoşbeş etmişler. Sonra çiftçi geliş sebe­bini açıklamış. “Oğlum, ananın canı çekti. Şuradan birkaç salkım üzüm koy sepete de götüreyim” demiş. Oğlan sepeti görünce, “Babacığım, ben daha şimdi suladım bağı. Bağın içi çamur için­de, üzüm toplanacak gibi değil. Sen en iyisi kardeşimin bağına git. O dün sulamıştı, bugüne kurumuştur” demiş.

Adamcağız çok bozulmuş ama bozulduğunu belli etmeden soluğu ikinci oğlunun yanında almış. Onunla da yine biraz sohbet ettikten sonra sepeti uzatıp içine biraz üzüm koymasını iste­miş.

“Ah babacığım, ne iyi olurdu” demiş ortan­ca oğlan. “Lâkin biliyorsun bana bağın güneşi az gören tarafını verdin. Benim mahsulüm az oluyor. Olanı da zaten kuşlar yedi. Az bir şey elimde kaldı. Onu da satınca elime anca üç beş kuruş geçecek. İnan biz bile yemiyoruz üzümü. Sen en iyisi bağı bol güneş alan, küçük karde­şimden iste” demiş.

Çiftçi ne diyeceğini bilememiş. Sepetini koluna geçirdiği gibi küçük oğlunun yanında almış soluğu. Babasını gören küçük oğlan oralı bile olmamış. Belli ki babaya pek kırgınmış. “Hayırdır baba, hangi rüzgâr attı seni bura­ya?” diye sormuş buz gibi bir sesle.

Adamcağız sepeti göstermiş, biraz üzüm istediğini söylemiş. “Ya! demiş oğlan belli ki bu fırsatı kollu­yormuş, “Bana avuç içi kadar yer bıraktın, bir de üzümüne mi talipsin? Abimlerden iste üzümü. Malum, malın büyük kısmına onlar kondu.”

Zavallı çiftçi hiçbir şey diyememiş. Elinde sepetiyle ağlamaklı hâlde eve dönmüş. Karısı onun boş sepetle geldiğini görünce gülümsemiş.

“Hayırdır, ne oldu bey? Alamadın mı üzümü?” demiş. “Ah! Sorma hanım, sorma” demiş zavallı adam.

Baba oğluna bağ bağışlar, oğlan babaya bir salkım üzümü çok görür!!!

Nankör bir evlada sahip olmak, insana acı verir!

Sadece evlat değil, nankör bir dost, komşu ve arkadaş da acı verir insana!

Nankör insanların çoğaldığı bir zamanda, vefayı mumla arıyoruz!

Vefa, harf olarak küçük, anlam olarak çok büyük bir kelimedir!...

İnsan her zaman vefalı olmalıdır!

Yapılan iyilikler hiçbir zaman unutulmamalıdır!

Gerçek dostluklar, vefa sayesinde uzun yıllar sürüyor!

Vefalı dostların arasına, siyaset, ticaret, fitne ve fesat asla giremiyor!

Günümüzde dostlarımızla tartıştığımızda hemen onları, vefasızlıkla suçlarız!

Dedik ya, harf olarak küçük olunca akla gelen ilk kelime oluyor vefa!…

Sade bizim aklımıza gelmiyor, toplumun her kesimi kullanıyor vefa kelimesini…

Sanatçı kızdığında, “sanat alemi çok vefasız bir alem” Diye konuşuyor.

Futbolcu kızdığında, “futbol camiası çok vefasızdır” Diye açıklama yapıyor.

Gazeteci kızınca vefasızlıkla ilgili yazılar yazıyor!...

Siyasetçi kızdığın da, aynaya bakmadan kendi vefasızlıklarını unutarak vefa nutukları atıyor!…

Vefanın sıfır olduğu tek yer siyasettir!...

Siyasetçi, zirveye çıkmak için dostlarını bir merdiven gibi kullanır! Zirveye çıktıktan sonra bastığı omuzları unutarak, zirvenin keyfini çıkartır.

Siyasetçi bazen zirveye çıktığı merdivene bir tekme atarak yıkar. Fakat bilmez ki zirveden inerken de merdivene ihtiyaç vardır.

Zirveden merdivensiz inenlerin sonunu görmek isteyenler, Hendek siyasetinde son zamanlarda yaşananlara iyi baksınlar!...

Hendek siyasetinin duayeni bir büyüğüm ile vefa ile ilgili sohbetimiz oldu.

Sohbet esnasında inanın çok duygulandım!

Onun anlattıklarını duyunca zaman tünelinde 30 yıl geriye gittim!...

Ne güzel yıllardı o yıllar!...

Bir yanda çay ve simitli masalar, diğer yanda etli börekli masalar!...

Bizlere, iki masadan da sohbet teklifleri geliyordu.

Etli börekli masa sohbetlerini elimizin tersiyle iterek, güzel yürekli ağabeylerimizin olduğu çay ve simitli masaları tercih ettik!

Yıllarca o masalarda oturarak, yaptığımız sohbetlerle dostluklar kurduk!

Hem de öyle bir dostluklar ki, topların yıkamayacağı vefalı dostluklar…

Vefa ile bağlandığımız büyüklerimizin siyasetin zirvelerine çıkmaları için, onlara merdiven olduk!...

Vefa ile bağlandığımız büyüklerimiz, omuzlarımıza basarak yükselirlerken, omuzlarımızı kenara çekmedik!...

Çünkü vefa bize göre bir semt ya da boza adı değildi!

Ta ki zirveye çıktıklarında bizleri unutmaya başladıklarında, vefasızlıklarını görmeye başladık!

Titrek bir sesle konuşmaya devam eden büyüğüm, sohbetin en can alıcı cümlesini kullanıyor!

İşte o cümle:

“Bağ bağışladıklarımız, bize bir salkım üzümü çok gördüler“!!!

Ve sohbeti; “İşte o zaman yaralı omuzlarımızı iyileştirmek için kenara çekildik”!!! Cümlesiyle bitirdi.

Kim ne derse desin!

Ne konuşursa konuşsun!

Dostlarının vefası ile yüksek makamlara gelenler, yaptıkları nankörlüklerle aşağı inerler!

O makamlara çıkmak zordur, fakat düşmesi çok kolaydır!