Yılmaz Özdil’den devamla…

Nebile, İstanbul'da doğmuştu.

Yetimdi. Çapa öğretmen okulunda öğrenciydi, Darüşşafaka'da okuyan bir erkek kardeşi vardı, başka kimsesi yoktu.

Büyük bir medeni cesaretle Dolmabahçe Sarayı'na geldi, hizmetçilik dahil her ne görev verilirse verilsin Mustafa Kemal'in emrinde çalışmak istediğini söyledi. Yaver Cevat Abbas aracılığıyla Mustafa Kemal'in haberi oldu, 17 yaşındayken evlat edinildi. Menenjit geçirdi, 29 yaşındayken gözlerini kaybetti.

Görme engelli olarak tek başına yaşayabilmesi mümkün değildi. Arkadaşları tarafından İstanbul Yakacık'ta sanatoryuma yatırıldı.

Hiç şikayet etmeden, orada kalıyordu. İstese Ankara'yı ayağa kaldırırdı, yardım bile istemedi.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün haberi oldu, zorla ikna edildi, Fransız La Paix hastanesine aldırıldı.

Dört sene dayanabildi, henüz 33 yaşındayken son nefesini verdi, Feriköy mezarlığına defnedildi.

Pırıl pırıl başlayan, trajik biten, onurlu bir öyküydü.

Mustafa, Varna'da doğmuştu.

Ailece Yalova'ya göçmüşlerdi, okuma yazma bilmiyordu, çobandı.

11 yaşındayken tesadüfen Mustafa Kemal'le tanıştı.

1929 yılıydı. Yalova çiftliğinin etrafında atla gezintiye çıkan Mustafa Kemal, sürüsünü otlatan üstü başı yırtık gariban bir çocukla karşılaştı. Atından indi, sohbet etti. Özgüvenli cevaplarını çok beğendi. “Seninle adaşız” diyerek harçlık vermek istedi. Adaş kabul etmedi. Mustafa Kemal ısrar edince de, cebindeki cevizleri çıkardı, “bunları alırsan olur” dedi. Karşılıksız para almıyordu.

Bu haysiyetli tavır, Mustafa Kemal'in hayran olduğu davranış biçimiydi. Paraya tamah etmeyen çocuğa sarıldı. “Beni ailenle tanıştır” dedi. Anne babasından izin istedi. İstanbul'a götürdü.

Adaş'ın sağlık durumu hayli kötüydü, Şişli çocuk hastanesine yatırıldı, dört ay tedavi ettirildi.

İlkokulu İstanbul Beşiktaş'ta okudu, Kuleli Askeri Lisesi'ne yazdırıldı, Kara Harp Okulu'nu bitirdi.

“Sığırtmaç” lakabıyla tanınıyordu, Demir soyadını aldı.

Evlendi, kızı oldu, binbaşı rütbesiyle emekli ayrıldı, 70 yaşında vefat etti, Yalova'da toprağa verildi.

Fırsat eşitliğinin, eğitim devriminin sembolüydü.

Okuma imkanı verilen her yurttaşın meslek sahibi olabileceğinin, ekonomik açıdan sıçrayabileceğinin kanıtıydı.

Zehra kimsesizdi. Amasya'da doğmuştu. Dört yaşındayken babasını, beş yaşındayken annesini kaybetmişti, koskoca dünyada yapayalnız kalmıştı.

Mustafa Kemal 1924'te Latife'yle birlikte Amasya'ya geldi, Darüleytam yurdunu ziyaret ederken, tanıştılar. İlk manevi kızı oldu.

İlkokulu Ankara'da tamamladı, liseyi Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okudu, İngiltere'ye gönderildi, Oxford Üniversitesi'ne bağlı Saint Hilda Koleji'ne yazdırıldı, edebiyat eğitimi almaya başladı.

İmkanlar dört dörtlüktü ama, Zehra zorlanıyordu. İçedönük bir kızdı, sosyalleşemiyordu, uyum sağlayamıyordu, kimseyle arkadaşlık kurmuyordu.

Psikolojisi bozulmuştu. Derslerinde yeterince iyi olamadığı için sorumluluğunu yerine getiremediğini düşünüyordu, kendisini başarısız buluyor, iyice bunalıma giriyordu.

Sabiha'yla Rukiye'ye sık sık mektup yazarak yakınıyordu, iç dünyasında kopan fırtınaları anlatıyordu, “okulumu yarım bırakmak istemiyorum ama, burada da kalmak istemiyorum, bocalıyorum, mutsuzum” diyordu, kendisini yalnız ve kaybolmuş hissediyordu.

Her fırsatta Londra elçiliğimize gidiyor, orada vakit geçiriyordu.

Mustafa Kemal'in haberi oldu. Israr etmenin manasız olduğunu gördü.

“Bıraksın gelsin, başka okul bakarız” dedi.

Londra büyükelçimiz Fethi Okyar tarafından gemiyle Fransa'ya getirildi, refakatçi eşliğinde Paris trenine bindirildi.

10 saat kadar yol alınmıştı, sabaha karşı dört sularıydı. Uyuyamıyordu.

“Kendimi iyi hissetmiyorum, koridor penceresinden biraz hava alayım belki iyi gelir” diyerek kompartımandan çıktı.

Sonrasının ne olduğunu, nasıl olduğunu kimse bilmiyor…

Le Figaro gazetesinde çıkan haberde şunlar yazıyordu:

“Calais-Paris treninden genç bir kadın düştü. Alarm verilmesinin ardından rayların kenarındaki taşlarda yatar halde bulundu. Amiens hastanesine kaldırılmasına rağmen dayanamadı. Kimliği pasaportundan anlaşıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın evlatlık kızı bayan Zehra, İngiltere'den geliyordu.”

23 yaşındaydı.

Mustafa Kemal duygusal olarak darmadağın olmuştu, cenazeye gelmedi, kendisini temsilen Hasan Rıza Soyak'ı gönderdi.

Milli mücadele boyunca bir insanın görebileceği her türlü dramı gördüğünü zanneden Hasan Rıza, yanılıyordu… 12 yaşından beri adım adım büyümesine tanıklık ettiği Zehra'nın kabrine toprak atarken, hayatının en zor gününü yaşadı.

Doğuştan talihsiz çocuğun başına talih kuşu konmuştu ama, hayata başladığı gibi talihsiz şekilde yitip gitti.

Sekiz çocuğu evlat edinen, okutan, büyüten Mustafa Kemal, her baba gibi, çocuklarıyla alakalı mutluluklar, gururlar, üzüntüler yaşadı.

Çocuğu olmadı ama, dünya tarihinde çocuklara bayram armağan eden ilk ve tek lider oldu.

İnsanların toplum içinde “özgür birey” olabilmeleri için, öncelikle çocukların aile içinde “özgür birey” olması gerektiğini anlatıyordu.

 “Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var.

Çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca ‘sen büyüklerin konuşmasına karışma' derler, sustururlar.

Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket!

Çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur.

Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.

Onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız.

Bence bunlar, çocuk eğitiminde ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar” diyordu.

23 Nisan denilen, aslında budur.

Çocuklarımızın temiz yüreklerindeki yurt, ulus, yurttaş sevgisini uyandırmaktır, serbestçe konuşmaya, düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, başkalarının düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmaktır, “özgür birey” olmalarını sağlamaktır.

Yoksa, Tbmm'de tören olsa ne olur olmasa ne olur.