Malumunuz geçtiğimiz hafta Türk Bayraklı bir konteyner gemisi, Libya yakınlarında,  kuzeyinde Alman harp gemisi tarafından durduruldu, personeli sorgulandı ve arandı.

Haliyle kıyameti kopardık.

Deniz haydutluğu dedik, korsanlık dedik hatta ikinci bir çuval olayı şeklinde yorumlayanlar da oldu.

Çoğumuz yine gaza geldik, misli ile karşılık verilsin istedik falan…

Ben de o gaza gelenlerden biriydim ta ki işin uzmanı Emekli Oramiral Türker Ertürk’ü okuyana kadar…

Okuyunca anladım ki, duygularımızla hareket ediyor, hamasetin dibine vuruyor ve genellikle yanılıyoruz.

Türker Ertürk de buradan dokundurmuş ve sebebini bir güzel izah etmiş;

“Duygularla ve hamasetle kitleler ve toplum harekete geçirilebilir ama devlet yönetilmez ve problemler asla bu yöntemlerle çözülmez, aksine daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirir. Burada ihtiyacımız; itidal, sorgulayıcı devlet aklı, bilgi ve uzmanlıktır.

Ticaret gemileri; taşıdığı bayrağın ait olduğu devletin -ki burada Türkiye’dir- açık denizlerdeki yönetsel ve yargısal yetkisine tâbidir! Bu kesindir ama hiçbir olay zamanın ruhu yok sayılarak, ait olduğu büyük resimden kopartılarak ve paralel diğer gelişmeler yok sayılarak değerlendirilemez.

BM Güvenlik Konseyi 2011’de, üye ülkelerin Libya’ya direkt veya endirekt silah, cephane satışı ve transferini yasakladı.

Libya’da çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla 19 Ocak 2020’deBerlin’de düzenlenen konferansa Türkiye dahil 12 ülke katıldı.

Alınan kararlara göre özetle;

Libya’da silahlı çatışmalara taraf olunmayacak,

BM Güvenlik Konseyi yetkilerine dayanılarak Libya’ya silah ambargosu başlatılacaktı.

İktidar, en üst seviyeden katıldığı bu konferansta kararların altını imzaladı.

Alınan kararlar doğrultusunda Avrupa Birliği, Libya’ya yönelik silah ambargosunu ve Libya’dan dışarıya yönelik yasadışı petrol ihracatını ve insan kaçakçılığını deniz ve hava araçları ve uydularla denetleme faaliyetlerine başladı.

Yapılan denetimlerde, Türk Bayraklı olmasalar da Türkiye limanları kalkışlı ve Libya varışlı gemiler arandı. Çünkü denetimde gözler Türkiye’nin üzerinde. Çünkü dünya basınında Türkiye’nin Libya’daki savaşta taraf olduğu, silah ve cephane gönderdiği ve hatta Suriye’den Libya’ya radikal İslamcı savaşçıları taşıdığı ve 23 Ekim’de Cenevre’de savaşan taraflar arasında imzalanan ateşkesi ve Tunus’ta devam eden siyasi çözüm bulma çalışmalarını da sabote etmeye çalıştığı yazıyor. Yani bir anlamda sabıkalıyız…

Türk bayraklı gemiye müdahale gerekçesi de yine Türkiye tarafından da 2009’da onaylanan protokol… Bu protokole göre, bir ülkenin ticaret gemisine diğer ülke savaş gemisi personelinin denetim amaçlı çıkması mümkün.

Protokole göre; taraf devletler, mümkün olan en üst düzeyde işbirliği yapacaklar ve taleplere olabildiğince çabuk cevap vereceklerdir.

Bir ticaret gemisinde denetim yapılması için bayrak devletinden bu yönde bir talepte bulunulduğunda, bayrak devleti bu talebi kabul veya reddedebilir, ancak istekte bulunan taraf talebine 4 saat içinde bir cevap alamazsa gemiye çıkma, arama yapma ve personeli sorgulama yetkisine sahiptir.

Almanya olayı buna göre savunuyor ve diyor ki;

Sorgulama, gemiye çıkma ve aramada Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan gemiye çıkmak için izin istendi, 4 saat beklendi, ayrıca 1 saat daha beklendi ve yanıt gelmeyince Roseline A’ya arama için asker çıkarıldı. Yani “uluslararası hukuka uygun davrandım, davrandık” diyor!

Dört saat kuralını Türkiye de uygulamış ve uyguluyor. Hukuken “Biz uygularız ama kendi gemilerimize uygulatmayız” diyemeyiz.

Burada dikkat çeken diğer bir husus da Türkiye’nin yönetim zafiyeti içinde olduğudur. Dışişleri Bakanlığı’na mesaj çekiyorlar, tam tamına 5 saat bekliyorlar, tık yok! Olumlu veya olumsuz bir yanıt verilmiyor. Çünkü Tek Adam yönetiminin en büyük sorunlarından biri gerçekleşmiş ve 1 Numara’dan direktif alınmadan karar verilememiştir.

Türkiye,82 milyonluk nüfusu ve yaklaşık 800 bin km² yüzölçümü ile büyük bir ülke. Her gün bu ülkede yüzlerce, belki binlerce kritik konuda karar verilmesi gerekiyor. Bunun için yetkilerin dağıtılmış olması lazım. Çağdaş ülkelerde bu böyle! Eski Türkiye’de de böyleydi. Bu rejimde en tepedeki kişi Süpermen olsa ve bizim 24 saat olarak yaşadığımız bir günü 240 saat olarak yaşasa bile yine de yetişemezdi!

Farkında mısınız? Bizler gaza geldik, bağırdık çağırdık ama üst düzey bu konuda sessiz…

İktidar içinde bulunduğu durumun farkında olduğu için Roseline A için çok ciddi bir reaksiyon vermedi, diplomatik protesto notaları ile yetindi. Esasında, bunlar da iç kamuoyuna yönelikti. Hâlbuki bildiğimiz iktidar “Ey Almanya, Hitler’in ve Nazi’leri çocukları!” diye başlayan, şiddeti artarak devam eden tepkiler verirdi. Ama özellikle şu anda pabuç pahalı!

Bu nedenle Erdoğan, AB için geçmişte çok olumsuz şeyler söylemesine rağmen daha geçtiğimiz hafta “Türkiye geleceğini AB ile kurmayı tasavvur ediyor” dedi. Ama bu adım karşılık bulmadı ve Fransa Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin uluslararası alanda yükselen tansiyonu söylemlerle değil, eylemlerle düşürmesini beklediklerini” ifade etti.

Ne Yapsak Hukuki Olur?

Eğer Roseline A olayına karşılık vermek için bir Alman veya Yunan ticaret gemisine tavsiye edildiği gibi bir harp gemimiz vasıtası ile açık denizlerde aynı şeyi yaparsak; uluslararası hukuk açısından çok ciddi, içinden çıkılmaz ve hesabını veremeyeceğimiz bir ihlal yapmış oluruz. İşte esas o zaman “deniz haydutluğunu” biz yapmış oluruz.

Teşekkürler Türker Ertürk Komutanım… İyi ki varsın!