Bazen her şeyin çok sıkışık olduğunu düşünüyorum. Nefes almanın, yürümenin, para kazanmak için sistemin verdiği gereksiz görevleri yerine getirmenin hatta uyumanın bile… Kısa bir zaman geçiyor, bu düşüncelerim çıkıyor aklımdan ve hayatın olağan akışına bırakarak kalabalık insan sürüsünün arasında buluyorum kendimi. Sürünün başı nereye gidiyorsa ben de oraya doğru sürükleniyorum. Küçümsemek için söylemiyorum bunları, birini tanımadan, bilmeden, sürünün ucunu görmeden, nereye doğru gittiğini bilmeden peşinden gitmek hayli zor bir iş çünkü.

Her şey çok sıkışık ve hızlı yaşanıyor bu sürünün yaşamında. Beklentiler, fikirler, hayaller, sevgiler o kadar dar ki, herkesin beklentileri, hayalleri ve fikirleri birbirine çarpıyor. Nasıl oldu da herkesle bu kadar yakınlaştık, hayret ediyorum. Sıkışık yaşamın bizlere verdiği hediyelerden biri olarak, etrafta bir hayal kirliliği var, sonsuza kadar temizlenmeyecek… Kimse kimseyi sevmiyor, sevgiler de o kadar yakın yaşanıyor ki başkasının sevgisine çarpacaksın diye çok fazla hareket etmek istemiyor insan. Bunalıyor, sıkılıyor…

Ferahlamak, kendisiyle baş başa kalmak için bir yerlere kaçmak istiyor fakat o da mümkün olmuyor. Çünkü gittiği yerlerde şehir yaşamındaki kadar yoğun bir sürü olmasa da, gene sürünün bir kısmı orada oluyor. Kendini bırakamıyor, gökyüzünü izleyemiyor, maviliğin sebebini sorgulayamıyor, bir orman içerisinde havanın tadını, yeşilliğin görkeminin zevkini çıkartamıyor. Bedenin yalnızlığı son sürat yaşarken beyin bir sürünün içinde kaybolup gidiyor. Kendi düşüncelerini söyleyemiyor, kendi benliğini, kişiliğini yansıtamıyor. Kısacası insan, insan olamıyor. Sadece sürünün sana izin verdiği ölçüyle yetinmek zorunda kalıyor.

Tüm bunlar karşılığında kendisine bir unvan veriyorlar. Sürünün içerisinde bir görev ediniyor. Ne uğruna olduğunu kimse bilmiyor. Sadece günleri geçirmek için kurulan bu düzende akan suyun sadece bir damlası oluyor. Ses çıkarmak istese kimse duymaz, kaçmak istese kaçamayacağı bir durum.

Hal böyleyken, bazen cesaretlenip kafamı kaldırıyorum. Ayak parmaklarımın ucuna basıyorum, yükseliyorum ve sürüye kısa da olsa yukarıdan bakıyorum. O esnada yüzüme huzurlu bir rüzgâr çarpıyor, yosun kokusu duyuyorum, mutluluğu düşünüyorum, yanak kaslarım esniyor ve gülüyorum işte o an anlıyorum ki aslında ben farklıyım. Sadece ben değil herkes farklı ama kimse ayak parmağının üstüne basıp yukarıya çıkmak ve bakmak istemiyor. Belki alışılageldik yaşamda ne yapacaklarını bilmediklerinden, belki korkudan, belki de durumunu kabullenmekten…

İnsanların yüzlerine boş boş bakıyorum. Bir şey anlatırlarken başım dönüyor yüzlerine bakarken. Kendilerine göre kısa ve net konuşurlarken, bu durum benim için uzun ve anlamsız manasına geliyor. Ben yine de dinliyorum. Sanki öğretmen bir anda sözünü kesip beni uyaracak sonra da ‘’Nerede kalmıştım ben?’’ diye bana soracakmışçasına.

Sonunda anlıyorum ki, toplumun bir bireyi değilim artık, insanlara uzağım. Toplumla beni bağlayan tek şeyin sadece bir nüfus cüzdanı olduğunu…