Neden geçmişe bu kadar özlem duyduğumuzu düşündünüz mü? Her şeyin eski günlerde daha samimi, insanlar arası iletişimin, izlediğimiz dizilerden komşuluk ilişkilerine daha anlamlı olduğu hissiyatını bir anlığına olsa duyumsadınız mı? Doğuştan saf geldiğimiz bu dünyada size de nasıl ve neden korkmalı, kime itaat etmeli, insanlar arası çıkar yarışında nasıl bir adım daha öne geçmeyi ve bazen asla olmak istemediğin kişi rolüne girmen gerektiğini öğrettiler mi?

İnsan sosyal bir canlıdır. Elbette hiç kimse parçası olduğu toplumdan dışlanmak istemez. Fakat bu iş haddinden fazla kabul görme ihtiyacına dönüşürse geçmişler olsun! Kalpten geçenle ağızdan çıkan birbirini tutmamaya başladıysa siz de kendinizden ayrılmaya başlamışsınızdır her insan gibi. Buna duygu ve beyan tutarsızlığı diyebiliriz. Bir de olması gereken tutarlı hali vardır ki o da tek kelimeyle;

Samimiyet…

Türkçede iki anlamıyla karşımıza çıkıyor bu kelime. Biri kişiler arası mesafe aralığını belirten senlibenli olma durumu iken, bir diğeri şeffaflık, dürüstlükle ilişkili olan içtenlik, candanlık, halisane olma durumu olarak ifade ediliyor. Üzerinde duracağım ikinci kısım olacak. İnsanın çevresine, daha da önemlisi kendine dürüst olması üzerinde yani…

Samimiyet, bizi biz yapan unsurlardan belki de en mühim olanı. Kendi kendimizle barışık olmamızda önemli bir yere sahipken, karşımızdakine ise ‘size karşı kötü düşünmüyorum, güvenilir bir insanım’ imajı çizer. Toplumsal yaşamı kolaylaştırır, ilişkileri güvende tutar ve verimli kılar.

Farkındayızdır ki tüm dünyada çocuklar önemli bir yere sahiptir. Hemen hepimiz onlara bir zamanlarına kadar şefkat ve hayranlık duyarız. Tüm yaptıklarında hem samimilerdir hem de kimse tarafından yadırganmazlar, bu yüzden de biraz kıskançlık duyarız. Belli bir çıkar uğruna değil gerçekten istedikleri şeyler için ortalığı yıkıp, istemediklerine ‘istemiyorum’ diyebilme hürriyetine sahiptirler. Karşısındaki insanın mevkiine göre değil de, sadece sevdiği için yakınlaşma cesareti gösterirler. Her sabah plazalarda üç kuruş fazla kazanmak, köle muamelesi gördükleri üstlerine yaranmak uğruna ‘en güzel maskelerini’ takıp nefret ettikleri insanlara ‘-miş gibi yapmak’ değildir gayeleri. Herkesin birbirinin yüzüne gülüp, arkalarını döner dönmez riya bataklığına saplanmalarını, bu davranışların kendilerini insanlıklarından ödün verip nasıl hayvan seviyesine indirgediğini henüz kimse öğretmemiştir onlara. Bu yüzden biraz kıskançlığımız…

Yaş ilerledikçe yavaş yavaş öğrenmek zorunda bırakılırız samimiyetsizliği. Sistem bir şekilde sürükler bizi bu psikolojik tuzağa. Bizi biz yapan nitelikleri teker teker ortadan kaldırıp, tek tipleştirir ve birey sanki tüm bu sahte kişilik niteliklerine doğuştan sahipmiş, insanın doğası buymuş gibi! hayatına devam eder. Bu tek tiplerden oluşan toplum ise sürekli yalanlar ve ikiyüzlülüklerle debelenir durur; çünkü hedefe sadece mevki, hırs ve para gibi asla manevi tatmin sağlamayacak unsurları koyarlar. Birey kendinden vazgeçti mi diğerleri ondan çoktan vazgeçmiş olur. Farklı, özgün olanlar ise zaten bir şekilde sistemden dışlanır.

O halde şunları sormak lazım. Kabul görmek için yalnız kalmak, dışlanmak pahasına başkalarının üzerinizde görmek, duymak istediği düşünceleri giymeyi reddedebilir misiniz? Toplum içinde değil de asıl yapayalnızken erdemli davranıp önce kendinize samimi olabilir misiniz? Kendinizi kendinize kabul ettirebilir misiniz?

İş yerinde, evde, okulda, sokakta hanginiz sizsiniz?

Hanginiz gerçek siz?

Ha bu arada sorularım tabi ki size değil, DİĞERLERİNE!