Ya hu Haydar Hocam, devlet yıldırımlarının seyyar paratoneri misin sen?. 1960 yılından bu yana öğretmen mücadelesi içinde güvenlik, adliye, teftiş heyetleri hep üstüne üstüne geldi. İhale mafyasından mısın? Çıkar amaçlı suç örgütü mü kurdun?.. Katil misin?.. Şu canım kurulu düzene niye ters düşersin?..

Buruk buruk gülümseyerek:

-Bu benim çok dertli olduğum bir konu, dedi. Eski TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu’nun yaşadığı bir olay var. Fıkra gibi. Bizim genel başkana bir mahkeme celbi ulaşmadığı için polisler sonunda yakalamışlar. Polis, “-Neden kanundan kaçıyorsunuz?” diye çıkışmış. Gazioğlu, oldukça rahat: “-Efendim, demiş, biz kanundan kaçmıyoruz, kanun bizi kovalıyor!.” O örnekte olduğu gibi düzene ters düşen yanımızı doğrusu ben de adlandıramıyorum. En iyisi suçumuzu söyleyeyim de siz sonuca varın.

Kulağım sende?

-1960 yılında Hakkari/Şemdinli ilçesinde öğretmendim. Bir gün beni ve Mal Müdürü’nü Kaymakam çağırdı. Odasında iki kerli ferli adam bulunuyordu. Tütün eksperleriymişler. Köylülerden tütün satın alınmasına yardımcı olunmamız istendi. Ben bu durumu yadırgadım; ama işin içinden iş çıktı. O yıllarda köylüler tütünlerini Van iline teslim 5 liradan satıyorlar. İran daha yakın mesafe ve kaçak yolla İran’a 10 liradan satanlar da var. Bu eksperler Şemdinli merkezine teslim 12.5 liradan alacaklar. Yardımcı olduk. Köylülerin yüzü güldü. Bu sömürü düzeni ve köylünün sahipsizliği beni dertlendirmişti. Bu sorunu ulusal basın üzerinden Ankara’ya taşıma çabası içine girdim. Beyler çizmeyi aştığımı düşündüler. Mimlendim. 

SAYISI UNUTULAN SORUŞTURMALAR VE SÜRGÜNLER

Sonra?

-Huzurum bozulmuştu. Sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın amcası Namık Erdoğan İlçe Milli Eğitim Müdürü’ydü. Benimde dostumdu. İleride başıma gelebilecekleri sezmiş olmalı ki, kuşkusunu söylemeden bana yardımcı oldu. Adapazarı Arifiye’ye tayinim çıktı.

-Helal olsun, devam et!

-1965 yılında Arifiye’de göreve başladım. 1961 Anayasası’nın getirdiği haklarla Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Hayrettin Uysal, Bahri Savcı gibi tanınmış sendikacı öğretmenler öncülüğünde Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kuruldu. 500’ün üzerinde şube ve 70 binin üzerinde üyesiyle dev bir sendikaydı. Bende üye oldum. Sendikal faaliyetlere giriştim. Faaliyetlerim nedeniyle soruşturmalar geçiriyordum. Bir ihbarla il içi tayinim oldu. Ferizli’nin Değirmencik Köyü’ne sürüldüm.

-Eee… daha, daha?

-Değirmencik Köyü’nü çok sevdim. Her yerde olduğu gibi oranın halkı ile de bütünleşmem zor olmadı. Köyde Kooperatif kuruluş çalışmalarında bulundum. 1970’li yılların başlarında Adapazarı Ziraat Odası öncülüğünde çok büyük bir ‘Çiftçi Yürüyüşü’ olmuştu. Bende aralarındaydım. Yürüyüşte dışarıdan bir öğretmenin beni fotoğraf makinesiyle çekerken göz göze geldik. Bir gün bana bir soruşturma açıldı. Önüme bu fotoğraf konuldu. Yürüyüşe neden katılmışım?. Görevli olduğum köy halkı ile beraber oldum şeklinde savunma yaptım. Haydi oradan Kaynarca’nın Karpuzlar Köyü’ne sürgün yedim. Hem de bir öğretmen gammazıyla.

Aferin, iyi etmişler. Sonra?..

-12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra TÖS’ün varlığı tehlikeye girince 3 Eylül 1971’de Tüm Eğitim ve Öğretim Emekçileri Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) kuruldu. 12 Eylül 1980 darbesine kadar bu örgütün yönetimlerinde yer aldım.

Gözlerime baktı:

-Sözü uzattık herhalde. Gerçekte suçumuzu ben de anlamış değilim. Bazen kendi kendime “toplumsal örgütlülükten yana olmasak, demokrasiyi savunmasak böyle olur muydu?” diyorum.

HAYDAR ALİ ÖZDOĞAN’IN ÖYKÜSÜ

-Haydar Hocam, seni dinleyen de evliya sanır. Oysa hep ofsayttasın. İşin bu yanını yine kurcalayacağı; ama biraz özgeçmişinden söz etsek?

-1938 yılında Bayburt İli Aşağı Loru Köyünde doğdum. Yeni adı Yazıbaşı. Bir köylünün 9 çoçuğundan biriyim. Babamı 4 yaşındayken kaybettim. İlk yaşlarımı yok sayıyorum. Her köy çocuğu gibi o yıllar kavruldu geçti. Kısacası köylüyüm. Köy Enstitülüyüm. Köyümüzden benden önce Köy Enstitüsü’den mezun olan Tevfik Kalkan ve eşi Hava Kalkan öğretmenlerin yönlendirmesiyle 1952 yılında Erzurum/Pulur Köy Enstitüsüne kaydoldum. Öğrencilerin yüzde 80’i köy çocuklarıydı. Mezun olamadan okulumuzu dönemin iktidarı Öğretmen Okulu’na çevirdiler. Adını da Yavuz Selim Öğretmen Okulu koydular. Hayatım boyunca öğretmen mücadelesinin içinde bulundum. 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü gördüm. 1982 yılında emekli oldum. Kitap satarak canlılığımızı sürdürüyoruz.

DOĞRU DENKLEM

-Estağfurullah, onu geçelim. Gelelim konunun bir başka yanına. Diploma ile öğrenmek, bilmek arasındaki bağ nedir?

Geriye yaslandı. Sözcüklerini seçerek konuştu:

-Bir kere öğrenmek, bilmek, bellemek pedagojik derinliği olan konular. Diplomaysa bunlardan ayrı tutulması gereken bir belge. Anlam açısından en yakın olanı diploma ile bellemedir. Belleme yapan başka canlılarda var. Mesela papağan ya da maymun taklit yapmıyor mu? Koşullarsın yapar.  Diplomayı da nice insanların alabildiğini yaşayarak görmüyor muyuz? Hep kuvvetliden yana işleyen yasaları diplomasızlar yapmadı. Bugün atanamayan öğretmenler garsonluk, işportacılık yapıyorsa… Halkımız tarihini televizyon dizilerinden öğreniyorsa… Küçümsediğimiz Suriye’nin bile nüfusa oranla yükseköğrenim görmüşü bizim ülkemizin üzerimizdeyse… Okuma ile öğrenmenin, diploma ile bellemenin arasındaki bağın lafı mı olur?

Gözlerini kızdırdı… Sesini yükseltti:

-Okumuş kişi, öncelikle çevresini aydınlatan kişidir. Kendi evini bile aydınlatamayanlara okumuş demek mümkün mü?. Yıllarca öğretmenlik ettim. Yani okudum, okuttum ve gözlemledim. Geçenlerde bir profesör, seçimlerde kadınlar aday olmasın biçiminde söz sarfetti. Hem de uzay bilimleri profesörü. Unvanı ne olursa olsun aslında ilkelin önde gidenidir. Akademik unvan taşıyor olabilir ama aklı küçük kalmıştır. Bilmek, önce kendini bilmektir. Okumaksa, bulunduğu sınıfsal yeri kavramakla mümkündür.

DOĞU’DA YAŞAM KOŞULLARI

-Gözlemlemek dediniz. İlk görev yeriniz Hakkari oldu. O bölgedeki gözlemleriniz önemli?..

-Bir anımı paylaşmalıyım ki o bölge insanının koşullarını kavramak kolaylaşsın. 1959 yılında Hakkari’nin Kotranis Köyü’ne öğretmen olarak atandım. Sonradan adı Ördekli oldu. 2 öğretmen arkadaştık. Anam da beni yalnız bırakmamak için gelmişti. Arkadaşım, annem ve ben kiraladığımız 8 katırla yükümüzü yüklenip il merkezinden köye doğru yola koyulduk. Giderken arkadaşım katırların önünde kervanı çekiyor, yaşlı annem katırın üstünde, ben anamın güvenliği için uçurum tarafında yaya köye vardık. 400 nüfuslu bir köy. Okulu silip süpürüp olduğu kadar eşyalarımızı sereceğiz. Süpürge almayı unutmuşuz. Süpürge aramak için evlere baktık kimse yok. Koca köy bomboş. Şaşkın şaşkın bir değirmene vardık. 80 yaşlarında bir ihtiyarla karşılaştık. Süpürgeyi ondan aldık. Köy halkı yaylaya çıkmış. Geçimleri besicilik. O yıllarda yöre insanının yaşam koşulları işte böyle çok çetin.

-Okulda durum nasıl? Kız öğrenci var mı?.. Çocuklar Türkçe sorunu yaşıyor muydu?...

Çile çekenin içtenliğiyle vurguladı?.

-Çok iyi bir halkı vardı köyümüzün. Geri bölgeydi. Kız çocuklarını okula göndermiyorlardı. Muhtarla dostluğu geliştirerek kızları okullu yapmak istedik. Bir öğrenci edinebildik. Okutmuyorlardı kızlarını. Türkçe bilmeyen öğrenciler vardı.

-Bu durumda ne yapıyordunuz?

Gülümsedi. Bıyıklarını burarak:

-Öğretiyorduk. Çok zekiydi çocuklar. Ama yaşam koşulları onları eğitim/öğrenim anlamında geride bırakmıştı. Yılmaz Kahraman adında bir öğrencim vardı. Matematik zekası çok yüksekti, ama Türkçesini bir türlü geliştiremiyorduk. Hakkari İl Merkezi’ne tayinim çıktığında bu çocuğun ailesi ile konuşup onu da yanımda götürüp okula kaydettirdim. Anamı ninesi beni de baba ya da amcası belledi. Türkçe öğretmeni arkadaşla çocuğun durumunu konuşup özel ilgi göstermesini istedim. Sağolsun ilgilendi. Yılmaz başarılı bir eğitim döneminden sonra Üniversite’den mezun oldu. Ülkenin değişik yerlerinde Vergi Dairesi Müdürlüğü yaptı. Halen birbirimizi arar sorarız.

-Öğretmen-halk arasındaki ilişki neye dayanıyordu?

Elini salladı:

-Çok partili düzene geçildiğinde ‘öğretmen düşmanlığı’ başlamıştı. Yüzde 80 tarımsal düzende ağa, muhtar, politikacının başını çektiği öğretmen düşmanlığı başlamıştı. O dönemde gazetelerde öğretmenlerin nasıl dayak yediklerine ilişkin haberler basında çok çıkardı. Sürgünler sıradan işlerdendi. Halk öğretmeni savunurdu, ama ağaların, şeyhlerin, beylerin gücü karşısında nafile.

SORUNA ÇÖZÜM YOLU: EMPATİ

Bugünden o yıllara gittiğinizde bir gün gelecek Türkiye’de etnik köken üzerinden kargaşa ortamı çıkacak şeklinde öngörünüz oldu mu?

-Hiç olmadı. Düşünemezdik bile. Atatürk Cumhuriyeti kurulurken her türlü etnik şovenliğin defteri kapatıldı. Yurtseverlik kapsamında milliyetçiliğin sınırları çizildi, önce CHP’nin programına, sonra da tek partili devletin anayasasına yazılan milliyetçilik, altı oktan birini oluşturuyordu; ama kültürel ağırlığı ağır basan bir ilkedir. Türk olmakla Türkçü olmak, Kürt olmakla Kürtçü olmak arasında altı çizilmesi gereken bir ayrım var. Anadolu halkı, ne Türkçülüğün ardından gider, ne Kürtçülüğün. Ama emperyalizm boş durmuyor ki. Dünden bugüne geldiğinizde şovenlik üzerine yükselen bir etnik çatışmanın tohumlarını ekmek isteyenlerin ardına yuvalanmış emperyalizmi iyi tanımalıyız.

Sinirlenmişti. Bakışı çakmak çakmak oldu?

-Uygar insan düşmanlığın pençesine düşmez. Kaynağını, kökenini, gerekçesini arayıp bulan kişidir çağdan insan. Önyargılarına benliğini kaptırmayan kişidir. Empati kuracaksın. Doğruyu düşünebilmek için bu tür fikir jimnastiği yararlıdır, kendini bir başkasının yerine koyacaksın, onun gibi düşünmeye çalışacaksın. Kimdir o başkası? Eşindir, annendir, evladındır, Türkiye’de yaşayan Kürttür, şehit annesidir, asker babasıdır, polis eşidir, Alevidir, Sunnidir, patrondur, karşıt görüşlü kişidir, apartman kapıcısıdır. Bir başka kimlik, inanç ya da kültüre mensup olanın yüreğini incitecek laftan herkes sakınmalıdır. Etrafımda görüyorum, çoğu insan bu işi bilmeden yapıyor, bir söz, bir tutum, bilinç dışına taşmış bir eğilimle yaralı yürekleri dağlıyor. Üstelik köyde, mahallede, çarşıda, pazarda kapı komşu, yan yana iç içe yaşayan Türk ile Kürt, Alevi ile Sunni, şununla bunun arasında taş taş üstüne duvar ölmeye çalışan siyaset anlayışının bugün ülkemizde yükseldiğini görüyorum. Bazıları bunu yurtseverlik adına yaptıklarını sanıyorlar. Çok yanlış. Anadolu’yu yurt belleyen insanların benliklerine düşmanlık tohumlarını serpmek emperyalizmin oyununa gelmektir. İşte coğrafyamızdaki komşu ülkelerde yaşananlar. Çatışmalar… Kargaşalar… Göçler… Bunun için herkes lafını söylerken dokuz kez yutkunmalı, düşüncesini tartmalı.

ÖĞRETMEN HAREKETİNİN KÖKENİ

Demli çaylarımızdan birer yudum daha aldık. Gece ilerliyor. Notlar, kayıtlar, bunların yazıya dökülmesi işini de hesaba katmak gerek.

-Haydar abi dedim, söyleşimizi öğretmen çilesi ile açtık, ülkenin doğusunda yaşananlarla ilintili düşüncelerle sürdürdük. Söyleşiyi bağlamadan önce ömür tükettiğin öğretmen hareketi’ için diyeceklerini de şurada vurgulayalım:

Düşündü. Tane tane konuştu.

-Açlığı en güzel açlar tanımlarmış. Demokrasiyi de onu bütün kurumlarıyla yaşayanlar tanımlasa gerek. Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının başında toplum kesimlerinin örgütlülüğü gelir. Bir düşünün bu ülkenin eğitim ve bilim emekçilerinin örgütlenmelerinin önüne nice engeller çıkarıldı. Ne çileler çekildi. Ne kahırlananlar oldu. TÖS ve TÖB-DER’in ülke demokrasisine, toplum bilincine büyük katkıları olmuştur. Bu katkıyı sunan çilekeşleri aramızdan ayrılanlar dahil içimde özlemle yaşatıyorum.

Gene buruk buruk güldü:

-An ve süreç ilişkisi, dedi. Biz geldik gidiyoruz. Yaşadığımız dönemde en iyisini yapmaya çalıştık. Ne kadar başarılı olduğumuzu tarih söyleyecek. Ama, mücadele bugün de sürüyor. Sürdüren arkadaşları kutluyorum. Durmadan değişen koşullar içinde mücadele hep sürecek. Onun için sen, benden benimle ilgili bir söz alamazsın. Bu faslı geçelim.

SENDİKA MÜCADELESİNDE OMUZ OMUZA

Duygusallaştı. Bir süre sonra açıldı:

-12 Mart’ı gördüm. 12 Eylül’ü gördüm. İhtilalin öncesinde TÖB-DER Sakarya İl Sekreteriydim. Başkanımız İrfan Samsun’du. Kemal Örge, Mehmet Özdemir, İsmet Hoca yönetimdeydi. Başta İrfan Samsun olmak üzere pek çok sendikacı, ilerici arkadaşımızın 12 Eylülcülerden çektikleri eziyeti biliyorum. Ülke bütününde zindanlara atılan, öldürülen öğretmenlerimiz oldu. Bu yaşanmışlıklar yanında şahsen benim yaşadıklarımın lafı mı olur?

Sesi titreyerek:

-Emekçi halkın üzerinden 12 Eylül geçti. TÖB-DER en ağır külfeti çeken örgütlerden biriydi. Eksiksiz demokrasi, özgürlükler içimize işlemiş bir kere. Rahat duramıyoruz. Darbeciler TÖB-DER’i de kapatınca yeniden öğretmen hareketi kapsamında ABC dergisi kurulmuştu. Oluşturulan plan çerçevesinde Emekli Eğitimciler Derneği’nin (EĞİT-DER) Adapazarı Şubesi’ni kurduk. Amaç sendika talebini dillendirmek. Öyle de oldu. EĞİT-DER içinden Eğit-Sen ve Eğitim-İş adında iki sendika çıktı.

GÖNÜLLÜ BİRLİK

Durdu. Gülümsedi. Sesine heyecan geldi:

-1980 yılların sonuydu sanırım. Sendika talebi noktasında mesafe alınmıştı. Ama hala darbecilerin yarattığı korku tam aşılamamıştı. Bir şeyler yapılmalıydı.  EĞİT-DER içinden çıkan Eğitim-İş Sendikası Başkanı Süleyman Pekdemir ve Eğit-Sen Başkanı Hikmet Akvarup bir yürüyüş etkinliği planladı. Öğretmen camiasının büyük örgütleyicileri Necati Özkan ve Nedim Bayraktar, Mustafa Ecevit gibi arkadaşlar komitede görev aldı. Adapazarı’nda beş bin öğretmen Devlet Hastanesi’nden Bulvar’a kadar yürüdü. Çok ses getiren bir eylemdir. Sendikal örgütlenmeye ivme kazandırmıştır. Sakaryalı öğretmenlerin bu çıkışı tüm Türkiye öğretmenlerini yüreklendirmiştir. Öğretmen hareketi içinde önemli gördüğüm iki olaydan biri bu yürüyüştür. Diğeri daha eski. 1969 yılında TÖS’ün dört gün süren boykotudur. Türkiye’de yüzde 92.5 katılım olmuştur.

Peki, bugün umut hangi dağın ardında?

-Dağın ardında değil ki. Yanı başında, sağında, solund. Yeter ki sen görmesini bil. Yaşam varsa umut hep var. Neyi düşlüyorsun?  Eksiksiz demokrasi mi?  Özgürlüğü mü? Adaleti mi? Barışı mı? Örgütleneceksin. Emek vereceksin; alın teri dökmek ister, kendi içinde bölünmeyeceksin, el birliği sağlayacaksın, bir deve yükü sabırlı olacaksın.

Bu kadar mı?

Güldü!..

-Yetmez mi? Yap da gör!

Editör: TE Bilişim