Soru Yağmuru’nun bu haftaki konuğu, Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri Sendikası (TES-İŞ) Adapazarı Şube Başkanı İrfan Kabaloğlu oldu. TÜRK-İŞ’e bağlı sendikanın geçmişi, oluşumu, kapsamı ve çalışma alanlarının yanı sıra işleyiş ve faaliyetlerini anlatan Kabaloğlu, 1 Mayıs mitingi hakkında da değerlendirmelerde bulundu. Kabaloğlu, kıdem tazminatındaki düzenleme açıklamalarının kabul edilemez olduğunu ifade ederken üretemeyen Türkiye’nin çareyi işçilere yüklenmekte bulduğunu savundu. Gazetemiz yönetimi ve yazı kadrosunun sorularını yanıtlayan Kabaloğlu, gündeme dair samimi açıklamalarda bulundu.

TES-İŞ Adapazarı Şube Başkanı İrfan Kabaloğlu, kıdem tazminatı tartışmalarını böyle yorumladı

Üretmeyen Ekonominin Kolay Hedefi: İsçiler!

Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri Sendikası (TES-İŞ) Adapazarı Şube Başkanı İrfan Kabaloğlu, kıdem tazminatlarıyla ilgili gündemdeki düzenleme planlarının, ekonomik sorunları işçiler üzerinden düzeltmeye çalışmak olarak değerlendirdi. Mevcut ekonomik tabloda hiçbir işçinin para biriktirme imkanı olmadığını söyleyen Kabaloğlu, kıdem tazminatının işçiler için önemini ‘Zorunluluk tasarrufu’ ifadeleriyle anlattı ve bu konuda ödün vermelerinin mümkün olmadığını kaydetti. Kabaloğlu, “Bu dönemde biraz daha dikkatli olmamız lazım. Türkiye ekonomisi iyiye gitmiyor. Parasal sıkıntılar var, sıcak paraya ihtiyaç var. Hep ‘Çalışandan, bordroludan bir şeyler kesebilir miyiz?’ düşüncesi var. Bunun nedeni de belli. Biz, gitgide üreten bir ülke olmaktan da çıktık. Belki siyasi bir şey olarak değerlendirilebilir ama neticede zararları bize dokunuyor. Bir ülke üretmezse, üretemezse para kaynağını nereden bulacak? En kolay bordroludan, bizden buluyor” diye konuştu.

TÜRK-İŞ’in 1 Mayıs kutlamaları hakkında da değerlendirmelerde bulunan Kabaloğlu, 100 bin kişilik meydana sığamadıklarını dile getirdi. Kabaloğlu, her kesimden gönüllü bir kalabalığın meydanı doldurduğunu kaydederek, “Büyük bir ilgi vardı. Bu ilgide, Türkiye’de son yıllarda çalışma hayatında yaşanan birtakım sıkıntıların etkisi olduğunu görüyorum. Çünkü siyaseti ne olursa olsun, mevcut iktidara oy vermiş arkadaşlarımız bile kıdem tazminatı konusundaki duruma, taşerondaki belirsizliğe sıkıntılı bakıyor. Bu yüzden insanların gönüllü olarak gelmek istediklerini gördüm. Biz artık dedik ki, ‘Tamam. Siz Zonguldak’tan gelmeyin, gelmenize gerek yok’ noktasına geldik” ifadelerini kullandı. İktidar partisinin kutlamalara katılmamasını da eleştiren Kabaloğlu, “1 Mayıs bir partiye ait bir şey değil. Haklarımız 35 sene önce çok süperdi de şimdi bozulmuş da değil. Belki oradaki kitlenin yarısı size oy veriyor. Gelmediler ama bence böyle yerlerde yüzleşmek lazım” dedi.

Kamil Özkan

Dün, 1 Mayıs İşçi Bayramı’ydı. Bayram hasebiyle bir işçi sendikasının liderini buraya davet etmek istedik. Hoş geldiniz. Hem kendinizi hem de şube başkanı olduğunuz sendikayı kısaca tanıtabilir misiniz? Bir de 1 Mayıs değerlendirmesi yaparsanız seviniriz.

İrfan Kabaloğlu

Ben, 1964 Artvin doğumluyum. 1986 yılında, eski adıyla Türkiye Elektrik Kurumu’na (TEK) işe girdik. Kocaeli’nde şimdiki adıyla operasyon servislerinde yıllarca çalıştım. Önce temsilci olduk, sonra baş temsilci olduk. Daha sonra şube yönetimine geldik. Merkezimiz zaten Adapazarı’ydı. İzmit, o zaman il müdürlüğüydü, buraya bağlıydık. Yıllardır Adapazarı-İzmit, kurum olarak bu bölgede iç içe çalışır. Daha sonra bize Düzce’yle Bolu eklendi.

Burada çalışırken 1997 yılında şube yönetimine girdik. O günden beri zaten gelip gidiyordum. Buradaki dokuyu daha yakından görme imkanım oldu. Hem iş anlamında hem sendikal anlamda zaten yıllardır bu işin içindeydik. Daha sonra benden önceki başkan Sedat Çokol Ankara’ya genel merkeze seçilince kendi aramızda yedekten arkadaş çağırarak kendi aramızda yaptığımız seçimlerde arkadaşlar beni başkan olarak uygun gördüler. Ondan sonra zaten 2 dönemdir seçiliyoruz.

Sendikacılık zaten sorun. İşçilerin sokaklara hakim olduğu dönemlerde sendikacılık yapmak kolaydı. Ben, o dönemleri büyüklerimden biraz biliyorum. Siyasete de sendikaya da ilgim çok küçük yaşlarda başlamıştı. Belki doğup büyüdüğüm yerin de etkisi, belki ailemin ve çevremin etkisi olabilir ama öyle başladık.

Hep böyle toplumsal olayları merak ederdim. Ama bu toplumsal olayları merak ederken de tek taraflı düşünülmemesi gerektiğini de bilenlerdenim. Bir iş yeri varsa, bu TÜRK-İŞ’te de böyledir, biz varız. Devletimiz varsa biz varız. Ondan sonra bizler geliriz diyebilirim. İşi koruduktan sonra orada çalışanların haklarını, menfaatlerini korumak gerekir. Böyle bakıyorum.

‘Versinler de nasıl verirlerse versinler’ anlayışıyla bakan biri değilim işin doğrusu. Eşitliğe de bakışım biraz farklıdır. Her şeyde eşitlik olmaz. Aynı işlerde eşitlik olur. Eğer aynı işleri yapıyorsak ücretlerin ve hakların da eşit olması gerekir diye bakıyorum. Yoksa tümüyle herkes eşit olsun, ‘herkes eşit haklara sahip olsun’ mantığına biraz farklı bakıyorum.

Ben, yönetimle birlikte çalışırken eksikler görüyordum. Temsilcilerimiz bizde atamalarla olurdu, artık 8 yıldır atamıyoruz. Hatta birimlere varana kadar sözcüler, temsilciler… Yasal temsilcilerimiz, yetmedi bir de onların dışında sözcülerimiz de var. Daha çok katılımcılık olsun anlayışıyla sendikayı yönetmeye çalışıyoruz ve daha da huzurluyuz. Çünkü herkes kendini orada görebiliyor.

Toplu sözleşme süreçlerinde anketlerin dışında birlikte plan yapıyoruz. Temsilciler ve sözcülerle birlikte plan ve stratejilerimizi belirliyoruz, sözleşmelere böyle giriyoruz. Çünkü daha önce kamudayken toplu sözleşmeleri TÜRK-İŞ yapardı, biz de burada anlatmaya çalışırdık. Ama şimdi biz toplu sözleşmeleri kendimiz yapıyoruz.

2011 yılında 850 üyemiz vardı, şimdi 2 bin 400 üyemiz oldu. Yani örgütlendik. Birçok farklı stratejiler benimsedik. ‘Tabandan bir örgütlenme’ desem doğru olmaz. Yukarıdan, tabandan, çevresel etkilerle falan çok uğraş verdik, örgütledik. Adapazarı şubemizi, sendikamızın içindeki 34 şubemizin arasında 5’inci büyük şube haline getirdik.

Bunu daha da büyütmek istiyoruz. Çünkü biliyorum ki sendikacılığın ilk görevi örgütlenmektir, ikinci görevi toplu sözleşmedir. Diğer şeyler, toplu sözleşme olunca zaten o kurallara işveren de biz de uymak zorundayız. Temsilcilerimiz ve biz takip ediyoruz. Ama diğer insani ilişkiler, olması gerekenlerdir. Biz de o ilkelerle bugüne kadar geldik.

Kendi genel merkezimizin içinde de başkanlar kurulunda da görüşlerimizi açık açık söyleyerek, neler yapması gerektiğini söyleyerek, sadece ücret sendikacılığıyla değil birçok eksik gördüğümüz yanlar var, bunları konuşarak devamlı görüşüyoruz. Tabi ‘Hemen şunu şöyle, bunu böyle yapın’ diye bizim elimizde değil. Ama bir potansiyel de oluşturmak gerekiyor. Bir taraftan bunun çalışmalarını da yapıyoruz.

Enerji iş kolunda örgütlüyüz. Yaptığımız işler önemli. Elektrik denince bütün insanları ilgilendiriyor. Sanayisinden köydeki meskenine kadar herkesi ilgilendiriyor. Hizmet sektörüyüz. Biz, işverenlerimize şöyle diyoruz: ‘Biz, elektriği vermek zorundayız. Bunun para kazanma işine biz karışmayız. Arkadaşlarımıza sağlıklı koşullarla, size bir şey olmadan –çünkü ağır ve tehlikeli bir iş kolu– biz elektriği vermek zorundayız ki sanayi olsun. Okulda çocuklarımız ders görebilsin, hastanelerde sağlık hizmetleri rahat olsun.’

Bütün temsilci ve baş temsilci arkadaşlarımızla böyle bir kültür oluşturmuş durumdayız. Sendikamızın Türkiye’nin 34 yerinde şubesi var ama her yerinde üyesi var. Büyük bir aileyiz. 60 bine yakın üyemiz var. Belki özelleştirme süreçlerinde 95 binlerden 20 binlere düştük ama şimdi biraz daha yükseldik. Yani Türkiye’nin her yerinde ağı olan ender sendikalardan biriyiz. Enerjinin olduğu yerde bizim temsilcimiz var.

Dolayısıyla bizim bu ağımız; üyelerimiz ve üyelerimizin yakınlarına büyük kolaylık, faydalar sağlıyor. Örneğin bizde çok oluyor, bu bölgede üniversiteler çok olduğu için, memleketin herhangi bir yerinden arkadaşımızın çocuğu burada üniversite ya da hastaneleri kazandığında biz onlarla ilgileniriz. Onları yerleştiririz, böyle bir ağımız var. Bu ağı korumak gerekiyor tabii…

Ekonomik anlamda, 65 yıllık sendika bazı dönemlerde kötü yönetilmiş. Paranın olduğu yerde maalesef bunlar oluyor. Ama ona rağmen sosyal anlamda tesisleri, otelleri, aracı-gereci, binası olan bir kuruluş. Ben, yeni üye olan arkadaşlara diyorum ki; ‘Bu sendikaya başkan oldum ama 30 yıl aidat ödedim. Sizin 1 liranız yok burada. Benden önce de bir 30 yıl başkaları ödemiş. Şu araç, bu bina, gittiğiniz tatil yerleri, misafirhaneler bu birikimlerle oldu. Sizin daha 1 lira katkınız yok. Bunu koruyun, geliştirin. Bize nasıl kaldıysa siz de yarına öyle bırakın, kıymetini bilin.’

Bugün yeni bir sendika kurmaya kalksak bir kere maddi imkansızlıklardan dolayı hizmet edemez. Her şey maddiyat değil ama maddiyatsız da bir şey olmaz. Biz şimdi Adapazarı, Bolu, Düzce, Zonguldak ve Kocaeli’nde örgütlüyüz. Benim bir anda Bolu’da, Düzce’de, Zonguldak’ta kalmam lazım. Sendikanın gücü olmasa kendi cebimden bunu yapmam mümkün değil. O yüzden böyle bir yapımız var. ‘Bu yapıyı daha da üyeye hizmet şeklinde daha iyi nasıl çevirebiliriz’ düşüncesinde ve gayretindeyiz. Örgütlenmenin kıymetini biliyoruz.

1 Mayıs, bizim için çok önemli bir gündü. Bizim bölgemizde olmasını da biz istedik zaten. Kocaeli ve Adapazarı’ndaki şube başkanları birlikte istedik. TÜRK-İŞ daha önce Diyarbakır-Samsun-Edirne diye düşünüyordu. Biz dedik ki, ‘Zaten çalışanların en çok sıkıntılı olduğu bir dönem, emeğin kenti olan Kocaeli’nde olsun.’ Burada gönüllü bir yoğunluğun olacağını zaten biliyorduk. Ergün Atalay (TÜRK-İŞ Genel Başkanı) Başkan’ımızla bunu görüştük, düşüncelerimizi anlattık. Daha sonra TÜRK-İŞ yönetimi burada karar aldı.

Sabah erken kalktım, sokakları boş görünce, ‘Yanlış mı yaptık acaba?’ dedim. Sonra dediler ki, ‘Başkan, saat daha 6.’ Sonra da alana sığmadık. Ondan sonra da yaptığımız organizasyon eleştirilir duruma geldi çünkü sokaklara sığmadık. Arabalar, indirmesi gereken yerlerde indiremiyordu. Doldu her yer. 1-2 kilometre uzakta indirmek zorunda kaldılar. ‘100 bin kişi alıyor’ denilen alana sığmadık. Abartısız söylüyorum, ben orada siyasi mitingler gördüm, bir sürü şey gördüm. Öyle dolmadı, dolmamıştı. Büyük bir ilgi vardı. Bu ilgide, Türkiye’de son yıllarda çalışma hayatında yaşanan birtakım sıkıntıların etkisi olduğunu görüyorum. Çünkü siyaseti ne olursa olsun, mevcut iktidara oy vermiş arkadaşlarımız bile kıdem tazminatı konusundaki duruma, taşerondaki belirsizliğe sıkıntılı bakıyor.

Bu yüzden insanların gönüllü olarak gelmek istediklerini gördüm. Biz artık dedik ki, ‘Tamam. Siz Zonguldak’tan gelmeyin, gelmenize gerek yok’ noktasına geldik. Çünkü bu insanların sağlıklı gelip bir de geri dönmesi lazım, böyle bir durum da var. O anlamda emniyet mensuplarıyla yakın temas halindeydik, onlar da çok yardımcı oldular. ‘Şunu da söyleyin, bunu da söyleyin’ diyen arkadaşlar da vardı. ’12-15 saat çalışıyoruz’ diyen emniyet mensubu arkadaşlar da vardı. Sanki onlar da yol gösterici gibiydiler.

Ergün Başkan’ımızın da zaten, buralı olduğu için ve çok yakından tanıdığım için demiyorum; bu ortamda, böyle bir dönemde TÜRK-İŞ için büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Gerçekten şans… Dengeleri koruyor ama her şeyi de söylüyor. Söylenmesi gereken her şeyi söylüyor.

İlk çıkış noktasıyla bugün geldiğimiz noktaya baktığımız zaman belki dünya görüşü olarak farklılıklarım var. Ama baktığım zaman o günden bugüne toplumdaki saygınlığının arttığını görüyorum. ‘Bunu da der miydi, şunu da der miydi?’ diyorlar, tabii tanımıyorlar. Tanındıkça saygınlığının arttığını görüyorum. Bu da TÜRK-İŞ ve camiasına, Türk işçi hareketine yansıyor. Bizim için önemli bir lider.

Örnek aldığımız birçok insani konuları var. Sosyal yönü yok. Ben hep onu eleştiririm. ‘İşim gücüm çalışanlar, Adapazarı’nda tanıdığım eş-dost, cenazesi, düğünü… Bunlar mı? Başka bir şey yok mu?’ diyorum, ‘İrfan, biz öyle alışmadık’ diyor. Yani öyle eleştirel konuşuruz, sohbet ederiz. Bizim için bir şans olarak düşünüyorum.

Dün de zaten Ergün Ağabey çıktığı zaman çalışanlar baya coşkulu karşıladılar. Biz bir kişiye bile ‘çıkınca şunu’ yapın falan demeyiz, diyecek durumda da değildik. O kargaşada, ‘Derli toplu gidelim, dağılmayalım’ peşindeydik. Öyle bir ortamda gerçekleşti.

1 Mayıs güzel oldu. Söylenmesi gereken her şeyin söylendiğine inanıyorum. TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların başkanları, yönetimi, siyasi partilerin temsilcileri de vardı. Ben isterdim iktidar partisi de orada olsun. 1 Mayıs çünkü bir partiye ait bir şey değil. Ondan sonra bu haklarımız bizim 35 sene önce çok süperdi de şimdi bozulmuş da değil. 100 yıllardır zaten çalışanların sıkıntısı olduğu için 1 Mayıs oluşmuş. 1 Mayıs’ın oluşma şekli zaten belli… Ağır çalışma koşullarından dolayı oluşmuş, gele gele bugüne gelmiş.

Hala gelişmiş ülkelerle kıyasladığımız zaman sorunlarımız var. Avrupa Birliği’ne aday bir ülke olarak, onlarla kıyasladığımız zaman çok çok geride olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama gelmediler. Biz hatta Büyükşehir Belediye Başkanı’nı aradık, ‘Gel, selam ver, git’ dedik. Neticede belki oradaki kitlenin yarısı size oy veriyor. Birileri oy veriyor neticede…

Gelmediler ama bence böyle yerlerde yüzleşmek lazım. Tabi şov için gelenler de var, durumdan vazife çıkaranlar da var. ‘Sen olsan ne yaparsın?’ dediğin zaman cevabı olmayanlar da var. Ama neticede birlik, beraberlik, dayanışma günü olduğu için bu emeğin bayramı… Herkes emekçi, maaş alan herkes neticede bir emekçi…

Herkesin gelmesi, orada birlikte görünmesi belki iyi olurdu. O oluşmadı. Belki biraz eksiklik oldu o konuda diyebilirim ama ona rağmen Ergün Başkan hem Vali’mizi hem Belediye Başkanı’mızı ayrıca ziyaret etti. Güzel bir ortamda geçtiğini düşünüyorum.

Tuncer Kalaycı

1 Mayıs’ın ana teması kıdem tazminatıydı. Kıdem tazminatındaki yeni düzenlemede karşı çıktığınız noktalar neler?

İrfan Kabaloğlu

Kıdem tazminatı, biliyorsunuz 30 günden hesaplanıyor. Primini dolduran, 30 günden hesaplanarak primini alıyor. ‘Şimdi kıdem tazminatını fona devredelim’ diyorlar. Biz zaten fonlara sıcak bakan bir topluluk değiliz. Biz, daha önce konut edindirme fonu gibi fonların ne hale geldiğini biliyoruz.

Ha, inkar etmeyelim, bu hükümet geldiği zaman taksitle falan o fonların parasını bize verdi. Bir şeyi de atlamak istemiyorum, bu hükümet 1 Mayıs’ı resmi bayram ilan etti. O da önemliydi bizim için… Yapılmış şeylere yapılmamış gibi yaklaşmamız da doğru değil. 1 Mayıs herkese tatil oldu, önemliydi. Bu katılımların çoğu da tatil olmasındandı. Herkes çalışıyor olsa insanları ne kadar getirebilirsin?

Kıdem tazminatı hem fona devredilmek isteniyor hem de hesaplanmasının farklı olmasını istiyorlar. 15 günden hesaplanmasını istiyorlar. Yani bugün 6 bin liraya yakın olan kıdem tazminatının yıllık tavanını yarıya düşürmeye çalışıyorlar. Zaten asgari ücretlinin kıdem tazminatından aldığı ücret belli… Şimdi o da dahil tamamı yarıya düşürülmek isteniyor.

Gerekçe olarak gösterdikleri şey de şu; ‘Kıdem tazminatını çalışıp ayrılanlar, dolmadan ayrılanlar, 5 yıl çalışıp işten ayrılanlar alamıyor.’ Esasında bununla ilgili yasal düzenlemeler var. İşveren, bir işçinin iş akdini feshetmişse, kanunda belli, gerekçeleri ortadaysa zaten vermek durumunda...

Ha, işçi tek başına tek taraflı olarak çıkmak istiyorsa, buna çözüm bulunur. Belli zaman diliminde, çünkü 15 yılını doldurmayanın ‘Ben ayrılıyorum’ dediği zaman tazminatı yanıyor, doğru. Buna çözüm aranıyorsa bulunur. Zaten Ergün Başkan’ımız da bunu diyor. Yani çözüm iyi niyetli değil. Bizim o yüzden TÜRK-İŞ’in, ‘Nokta kadar geri gidilirse’ diye almış olduğumuz genel grev kararı var. ‘Kıdem tazminatı bizim son kalemiz’ diyoruz zaten. Bundan ödün vermemiz mümkün değil.

Çalışırken bu ortamda kimse zaten para falan biriktiremiyor. Zorunluluk tasarrufumuz gibi bir şey bu… Ona güveniyoruz. Oradan alacağımız parayla evimizin belki yarısını, eskiden ev alıyorduk, çocuklarımızın düğününü, kızlarımızın çeyizini… Buna güveniyorsun. Bu kıdem tazminatı bir moral değeri… Bu yüzden bizim ödün vermemiz mümkün değil.

Evet, Berat Albayrak Bey (Hazine ve Maliye Bakanı) açıkladı, ‘Tekrar ele alacağız’ dedi. Cumhurbaşkanı tepkileri biraz görünce ‘Tarafların rıza göstermediği bir şeyi biz yapmayız’ dedi. Öyle deniyor ama arada bir ısıtılıp ısıtılıp önümüze getiriliyor.

Tuncer Kalaycı

Daha önceden de gündeme gelmişti.

İrfan Kabaloğlu

Her yıl geldi. Her yıl da bizi uğraştırıyorlar, her yıl da geri gidiyor. Bu dönemde biraz daha dikkatli olmamız lazım. Türkiye ekonomisi iyiye gitmiyor. Parasal sıkıntılar var, sıcak paraya ihtiyaç var. Bu fonu, işsizlikte olduğu gibi burada da kullanılmak istendiği ekonomistler tarafından, araştıranlar ve inceleyenler tarafından söyleniyor. Bunlar da bizi tedirgin ediyor tabii… Bizim, sendikalar olarak daha sıkı durmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Tuncer Kalaycı

Parayı kasaya koymayacaklardır herhalde… Ayrılanların kıdem tazminatını emekli olmadan ödemeyi düşünmüyorlar.

İrfan Kabaloğlu

Tabi, öyle bir şey yok.

Tuncer Kalaycı

Para kullanılacak yani…

İrfan Kabaloğlu

Evet, kullanacaklar. İşsizlikteki fon gibi… İşsizler, işsizlikteki fonun maalesef yüzde 20’sini kullanıyor. Yüzde 80’ini devlet kullanıyor. Tabii müracaat edip kullandırmazlık yapmıyorlar. Şartlar oluşmuyor. Biz diyoruz ki, ‘İşsizliğin ücretini biraz daha artıralım. 3 bin 500-4 bin lira civarında maaş alırken, sigortası yatarken işsiz kalıyor. 2 bin lira olmasın. Madem paramız var orada 2 bin lira olmasın.’ Zaten kullanamıyoruz. Yetmese tamam, biner lira kullanalım ama öyle değil… Orada da bir ilerleme yok.

Hep ‘Çalışandan, bordroludan bir şeyler kesebilir miyiz?’ düşüncesi var. Bunun nedeni de belli. Biz, gitgide üreten bir ülke olmaktan da çıktık. Belki siyasi bir şey olarak değerlendirilebilir ama neticede zararları bize dokunuyor. Bir ülke üretmezse, üretemezse para kaynağını nereden bulacak? En kolay bordroludan, bizden buluyor, çıkarmaya çalışıyor. Bizi sıkıntıya sokuyor. İşsizlik fonundaki para, kıdem tazminatının fona devredilmesi, yüksek vergide yaşanan adaletsizlikler… Bize geliyor. Rahat ülke olsak bu eziyeti en az çekenlerden oluruz.

Tuncer Kalaycı

Geçen krizde Sayın Ergün Atalay, ‘Elimizi taşın altına koyacağız’ demişti. Önümüzdeki dönem herhalde bundan vazgeçmiş görünüyorsunuz.

İrfan Kabaloğlu

Kesinlikle. Ergün Ağabey’in dediği elini taşın altına koyma olayı da şu; ‘Biz, toplu sözleşmelerimizde istediğimiz rakamları almadık diye sokaklara falan dökülecek değiliz’ demek istedi. Onun altında yatan gerçek o… Yoksa, ‘Biz maaş almayacağız’ falan, öyle bir şey demedi. Bir tasarruf yapılacaksa en tepeden başlar, en dipten değil.

Ergün Ağabey, o niyetle söyledi. Kriz dönemlerinde bazı ülkelerde sosyal patlamalar olur. Hatta Ergün Başkan’ı bu konuda suçladılar, dava bile açtılar. Mesela Ergün Ağabey’e dava açan rakip sendika… Ömründe işçilik yapmamış, siyasi örgütlenmeyle sendika başkanı olmuş. İSKİ’de çalışıyor, İSKİ’de kendi seçilemiyor –orada örgütlü biziz– ama taşeronlarda siyasi baskılarla işverenle örgütlenmiş, 4-5 bin tane üyesi olan HAK-İŞ’e bağlı bir sendika.

Üzülüyorum yani, bir sendika… DİSK olur, HAK-İŞ olur ama neticede bir sendika. Bu kadar farklılıklar olabilir. Hepimizin normalde aynı çatı altında olmamız lazım. Biz öyle düşünüyoruz. Ama orada tepedeki insanların koltuk ve rant kavgalarından dolayı bu zararların tamamını emekçiler çekiyor. Bölünüyoruz, parçalanıyoruz.

Kıdem tazminatındaki meseleye de diğer sendika farklı bakıyor. ‘Evet, fona devredilsin’ diyor. ‘Koşulsuz fona devredilsin’ diyor. Hiçbir şey yapmadan… O zaten öyle isteniyor. İsteyen çevreler belli… Onlarla aynı düşünüyorsan ‘Ben sendika değilim, başka bir şeyim’ de o zaman.

Valla Ergün Ağabey’in oradaki tasarruf konusundaki söylemi oydu aslında… Biz, insanları sokağa vesaire davet edelim diye değil. Kamuda, seçim olunca çalışan; ‘Seçimler geldi, bir şeyler verirler’ diye bekler. Bizim sözleşmelerimiz başlamıştı. Mart 1’de başladı, ’20-25’inde biter bu sözleşme’ dediler ama Kamu-İş, bir kere TÜRK-İŞ’i çağırmadı. Mart’tan bugüne bir kere oturmuş değiliz. Toplu sözleşme taslakları hazırlandı, bir kere oturup görüşmedik.

Kamil Özkan

Yasal bir süresi yok mu? Sürelere uymayınca sendikaların atması gereken adımlar atıldı mı?

İrfan Kabaloğlu

Var. Seçimi bahane ettiler, ‘Seçim zamanı bunları görüşemeyiz’ dediler. Zaman da dolmamıştı, hala da dolmuş değil. 2 aylık süre var. İyi niyet varsa zaten 3 günde bitecek bir iş. Kamu sözleşmeleri oturmuş sözleşmeler. Yapılacak olan şey belli. Toplasan 5 maddeyi geçmez. Sıfır sözleşme olsa günlerce üstünde tartışmak lazım. Belli zaten. Her kurum bir de kendisi yapıp TÜRK-İŞ’e devrediyor.

Bizde mesela, bizim bölgemizde TEİAŞ ve Devlet Su İşleri var. Biz zaten bunların taslağını genel merkezde hazırlayıp TÜRK-İŞ’e vermiş durumdayız. Biz kendi içimizde görüşüyoruz, TÜRK-İŞ ücreti görüşüyor sadece. Ücret de zaten hepimizi kapsıyor, çerçeve anlaşması içindeyiz. Daha zamanı geçmiş değil, zamanımız var.

Ama bugüne kadarki yaklaşımlarının böyle duyarsız olması da bizi kaygılandırıyor. Çünkü enflasyon, beklentilerin çok çok üstüne çıktı. O resmi enflasyon. Gerçek enflasyona baktığınız zaman bunun 6-7 puan daha üstünde… Yani yansıyan o… Böyle bir dönemde çalışanların da beklentilerinin olması kadar doğal bir şey yok. Beklentimiz var. Beklentilerimizi de TÜRK-İŞ’e bildirdik. Şube olarak bunun ayrıntılarını anlatmamız çok doğru değil, zaten bunların açıklamaları yapılacak.

Oraya yaklaşılırsa sözleşme 3 günde bitecek bir şey. Ki makul istekler var. Enflasyon artı refah payı isteniyor. Ama enflasyon da vermek istemiyorlar. Şimdi öyle bir de adet çıktı. Özel sektörde enflasyonu bile vermek istemiyorlar. Ben en son İZGAZ’da sözleşme yaptım, bitirdik. Enflasyon yüzde 22-23 falan… Yüzde 5’lerden başladık başladık, son 2 gün kala bitirdik. Yani enflasyon artı 3 puan aldık neticede ama sıkı durmasak bizi yüzde 15’e fit edeceklerdi. Görüyorum bunu…

Enflasyonu bile vermek istemiyorlar, bütçelerin açıklığından bahsediyorlar. Kurumsal olarak bize işverenler açıkları gösteriyor. ‘TEİAŞ’ın bütçesinde bu kadar açık var, DSİ’nin bütçede şu kadar açık var’ diye bize alttan mesajlar veriyorlar. Biz, bütçeleri boşaltmak istemiyoruz ama enflasyonun altındaki zammı da kabul etmemiz mümkün değil tabii ki…

Kamil Özkan

Sayın Başkan, girizgahtaki konuşmanızda kısmen bahsettiniz ama yine de sormak istiyorum. İşkolunuzda SGK’ya tabii olarak çalışan işçi sayısı, sendikanızın ve diğer sendikaların örgütlülük oranı ne kadardır?

Bir de son zamanlarda ülkemizde çevrecileri şiddetle karşısına alan HES’lere (Hidroelektrik Santrali) nasıl bakıyorsunuz?

Üçüncü sorum da; toplu iş sözleşmelerini hazırlarken, teklif taslaklarınızı hazırlarken aynı şeyleri iş yeri temsilcilerinin seçimi, yani ‘tabanı söz ve karar sahibi’ ilkesini hayata geçiren bir uygulamayı orada da yapıyor musunuz?

İrfan Kabaloğlu

Seçimlerde mi?

Kamil Özkan

Hayır, toplu iş sözleşmesi taslağının hazırlanmasında…

İrfan Kabaloğlu

Orada da aynı şekilde yapıyoruz. Cevap vermeye en sondan başlayayım. Toplu sözleşme Mart’ta başlayacaksa 3 ay önceden arkadaşlarımızdan bilgileri alıyoruz. Bir anket yayınlıyoruz. Bu anketten, sözcü arkadaşlarımız iş yerinden arkadaşların taleplerini alıyorlar, tartışıyorlar.

‘Taleplerinizi yazın’ dediğin zaman olmaz. Bu işin disiplini bu… Herkes her şeyi öyle yazamaz. ‘Her şeyi verin bize’ gibi bir sendikacı değilim. İstenecek, alınacak şey var istenmeyecek şey var. Çünkü bu işin saygınlığı var. İzah edebilir olacaksın. Niçin istiyorsun bunu? Bugün mantıklı izah etmişsen bugün alamasan da yarına bir şey bırakmış olursun. Çünkü bunlar günlük meseleler değildir.

Onları oradan topluyoruz, en son birlikte taslak haline getiriyoruz. Ve toplu sözleşmelerimizin görüşmelerine, benim o iş yerlerinde seçilen baş temsilcilerimle beraber giriyoruz. Biz oradayız. Genel merkez yönetimimiz açılışa gelir ama biz kendimiz yürütüyoruz. Çünkü iş yerlerindeki arkadaşlara biz izah ediyoruz.

‘Onlardan iyi biliyoruz’ demek değil bu ama kendi bölgemizde onlardan daha çok bu işin içindeyiz. Buranın dokusunu biliyoruz. Kimlerle konuşacağımızı, her gün konuştuğumuz için biliyoruz, pazarlığımızı öyle yürütüyoruz. Bizim baş temsilcimizin onaylamadığı hiçbir şeyi de biz orada ‘Onayladık’ demeyiz. Kendi aramızda tartışırız. Böyle yapıyoruz.

Bizim kendi seçimlerimiz de böyle… Ben delege falan yazmam. Birimler bellidir. Kaç delege düşer bellidir. Delegeleri kendileri belirler. Buna rağmen kendi içinden çıkamayan arkadaşlar bizi eleştirir. ‘Ben oradan çıkacaktım.’ E, çıksaydın… Sen kendi iş yerinden çıkamıyorsan bir şey olamazsın zaten. İlk önce kendi iş yerinden çıkacaksın. Çık, delege ol. Yöntemimiz bu… Böyle yapıyoruz ama daha çok yoruluyoruz, daha çok izah etmek zorunda kalıyoruz. Ama daha rahat uyuyoruz en azından. Anlattıktan sonra daha rahat oluyoruz. Daha çok işlerine sahip çıkıyorlar.

Diğer konuya gelelim. HES konusu benim aslında en hassas olduğum konu… Ben, HES’lerin birçok yerde ‘insansızlaştırma projesi’ olarak görüyorum. O bölgeyi insansızlaştırma projesi olarak görüyorum. Enerji olarak kattığı değerlere falan baktığım zaman…

Kamil Özkan

Böyle ne kadar atıl yatırım var? O konuda sendikanın bir çalışması var mı?

İrfan Kabaloğlu

İşin doğrusu yok. Bir yerde enerji üretiliyorsa, ‘Gidelim, örgütlenelim’ diye bakarım. Ondan önemlisi, az önce ‘Devletimiz, milletimiz, iş yerimiz’ önemlidir derken doğa hepsinden önemlidir. Doğası olmayan devlette de yaşanmaz iş yerinde de yaşanmaz. Doğa önemli. Bu HES’lerle ilgili niçin böyle yapıyoruz? Daha Türkiye’nin yeraltı zenginlikleriyle enerji üretebileceğimiz yerler var.

Türkiye daha kömürünü, kömür rezervlerini yeterince kullanmıyor. Ben kendim termik santral kökenliyim. 1986’da Çayırhan’da başladım. 2 yıl orada çalıştıktan sonra tayinle geldim. Kömür yeterince kullanılmıyor. Nükleer konusunda biraz farklı bakıyorum. Ama Türkiye’nin bu durumunu da görünce ‘HES mi olsun nükleer mi olsun?’ desen, vallahi ‘Nükleer olsun’ derim. ‘HES’leri yapmayın, derelere dokunmayın’ derim işin doğrusu…

Çünkü gelişmiş ülkelerde nükleer santraller var. ‘Bunlar patlar’ deniyor ama ben Kocaeli’nde yaşıyorum. TÜPRAŞ var, İGSAŞ var, amonyak tankları var. Onlar da patlasa aynı… Hiç değişen bir şey yok. Onları da kaldırmaları lazım o zaman… Artık teknoloji ilerledi.

HES’lerde de bugüne kadar yapılan yapılmış, bundan sonra yapılmaması gerekiyor. Çünkü yapılan yerleri gezdim, oralarda doğanın durumunu gördüm. Hava şartlarının durumunu gördüm. İçler acısı… Oradan çıkan elektriğin ne kadar olduğunu da bildiğim için, ‘Buna değer mi?’ diyorum.

Tuncer Kalaycı

Sakarya’daki HES’ler için ne düşünüyorsunuz?

İrfan Kabaloğlu

Sakarya HES konusunda biraz daha farklı. Sakarya düz bir yer. Hava şartlarını, iklimi, doğayı çok tehdit etmiyor. Karadeniz gibi değil… Karadeniz’de dağlar dikey, denize iner. Orada HES yaptığın zaman o dağları bitiriyorsun. Düşünün, bir dağdaki suyu bir tünelle alıyorsun, 5-10 kilometre taşıyorsun, aşağıda santral yapıyorsun, o aradaki akarsu yok oluyor. Yerinde HES’lerin zaten olması lazım. Onların zararı yok, faydası var. Bedava akmasın. Ama eğer bir bölgeyi susuz bırakıp HES yapıyorsanız o olmamalı.

Tuncer Kalaycı

Hendek’te yapıldı galiba, değil mi?

İrfan Kabaloğlu

Hendek’te var galiba, o doğru bir şey değil ama Sakarya Nehri üzerine olanların zaten olması gerekiyor. Yapmazsak bizde eksiklik vardır.

Editör: TE Bilişim