Filmin senaristi, yapımcısı ve yönetmeni Selman Kılıçarslan, çekim mekanı için Sakarya’yı tercih etmesinin nedenini, “Ben bu şehirde doğdum, büyüdüm, yaşadım, bütün mekânları ile hisleriyle beraber bende kodlu ve Bütün Saadetler Mümkündür ’ün hikâyesi de Adapazarı’nda geçmişte gerçek haliyle yaşandığı için Adapazarı tüm hissiyle, mekânlarıyla olsun istedim” sözleriyle açıklıyor.

Trabzon Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Senaryo Ödülü’ kazanan ‘Bütün Saadetler Mümkündür’, 5. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde de aynı ödülü kazandı. Kılıçarslan bu ödüllerle ilgili olarak da, “(Acaba sektör bana bir mesaj vermeye mi çalışıyor, film çekme senaryo yaz) diye düşünmedim değil”  diyor.

“Dünya meşakkatli bir yerdir. Varsa eğer bir saadet, o da bunu kabul etmek.’

Hikâyesiyle hem içinizin ısınacağı, hem de dizinin çekildiği sokaklarda kendinizi, kendi hikayenizi bulacağınız bir film: “Bütün Saadetler Mümkündür”

Sakaryalı yönetmen Selman Kılıçarslan’ın amcasının oğlu Ali Kılıçarslan’ın  lise yıllarında tanıştığı Mevlüt amcanın hikayesi...  20 Nisan’da İstanbul, Ankara, İzmir ve Sakarya’da gösterime girecek olan filmin yönetmeni Selman Kılıçarslan ile hoş bir söyleşi gerçekleştirdik. Filmin yapımcılığını, senaristliğini, yönetmenliğini üslenen Kılıçarslan ile gösterim öncesinde yaptıklarını, yaşadıklarını, yapım serüvenini konuştuk…

-Selman Kılıçarslan kimdir, biraz sizi tanıyalım..

Selman Kılıçarslan 1985 Adapazarı doğumluyum. Eğitim hayatım üniversiteye kadar Adapazarı’nda geçti. Daha sonra Marmara Üniversitesi Sinema-TV bölümüne girdim ve okul bitmeden senaryo alanında çalışmaya devam ettim. Yine bir Adapazarlı bir yönetmen ve senarist olan Aybars Bora Kahyaoğlu ile tanıştık. 3’üncü sınıfta daha okuyorken onun vesilesiyle Osman Sınav’ın sinegraf şirketine girdik. Orada senaryo ekibi olarak çalışmaya başladım. Arkasından kısa bir süre sonra beraber Osman Sınav’ın şirketinin çatısı altında dizi senaristliği yapmaya başladım. Pusat, Alayına İsyan diye arka arkaya projelerde yer aldım. Daha sonra başka bir şirkete ekip olarak yaptığımız Cam Kırıkları diye bir dizi daha var. Özetle böyle filme kadar senaristlik yaptım. Bütün Saadetler Mümkündür de ilk yönetmenlik tecrübem.

-Yeni bir senarist, yönetmen, yapımcı olmak nasıl bir duygu?

Senaristlik filmden önce de yaptığım bir şey olduğu için… Aslında ben önce yazmayla başladım. Önce şiirle meşguldüm daha sonra hikâye ile ve en sonunda hikâye yazmaya eğrildi. Senaristliği her zaman karakter olarak benim kumaşıma uygun bir meslek olarak gördüm. Kendimi hiçbir zaman yapımcı olarak düşünmedim. Bir şeyi tam hakkıyla gerçekleştirmek istediğinizde bazen her alana müdahale etmek gerekebiliyor. Bu filmin hikâyesi de Adapazarı’nda geçtiği için ben yapımcı olarak cesareti gösterdim. Yani deplasmanda değiliz, kendi şehrimizdeyiz. Prodüksiyon açısından bunun çok faydasını gördük. Birçok mekânı bulurken, birçok yerde çekim yaparken benim buralı olmam işleri çok kolaylaştırdı. Ben onun için bu filmin yapımcılığına soyundum yoksa yapımcılık yapmak gibi bir düşüncem yoktu. Belki olur daha sonra bilemem ama yapımcılık gibi hayalim yok. Yönetmenliğe devam etmek istiyorum ama bunu da kendi yazdığım hikâyeleri çekmek üzere bir yönetmenlik yapma hayalim var. Yoksa sektörde sürekli profesyonel olarak hayatımı devam ettirmek gibi bir niyetim yok. Yine tekrar böyle bir hikâye olursa böyle çekme imkânı gibi bir şey doğarsa olabilir tabi. Ben zaten hâlihazırda senaristlik yapmaya devam ediyorum.

-Hepsini bir arada yapmayı mı tercih ederdiniz yoksa sadece senaristliğimi tercih edersiniz?

Senaryoyu da yönetmenliği de düşünebilirim tekrar. Senaryosunu yazdığınız bir hikâyeyi çekmek, onu görselleştirmek eğer yazanın böyle bir yeteneği var çok daha bana aklındakileri ekrana yansıtmak açısından başarılı gelebilirmiş gibi geliyor. Ama her projede de değil. İnsanın kendine ben bunu çekebilirim dediği, mekânıyla, hissiyle, oyunculuğuyla, zihninde hayal edebildiği tasarlayabildiği senaryolara yönetmenlik yapmak isteyebilir. Benim de zaten baştan beri söylediğim için öyle bir niyetim var.

-‘’Sakarya’nın’’ filme kattığı değer var mıydı? Gittiğiniz söyleşilerde şehir olgusu ön plana çıktı mı yoksa senaryo mu ön plandaydı?

Genelde Anadolu’da çekilen filmlerde hikâyeler metropollerden taşraya bakış olarak şekilleniyor yani biraz dışarıdan bir bakış var. Burada benim böyle bir yabancılaşma içine girmem mümkün değildi.  Ben bu şehirde doğdum, büyüdüm, yaşadım, bütün mekânları ile hisleriyle beraber bende kodlu ve Bütün Saadetler Mümkündür ’ün hikâyesi de Adapazarı’nda geçmişte gerçek haliyle yaşandığı için Adapazarı tüm hissiyle, mekânlarıyla olsun istedim.

Film Anadolu’da geçmiş bir taşra hikâyesi olarak kategorize edilemez

Senaryoyu yazarken filmi çekebileceğimi tahmin etmiyordum onun için küçük imkânlarla bu filmi burada çekebilir miyim diye düşünerek yazdım. Kafamda aşağı yukarı mekânlar belliydi. Adapazarı’na bakış içeriden olsun istedim ve ona gayret ettim. Onun için benim kanaatimce Anadolu’da geçmiş bir taşra hikâyesi olarak kategorize edilemez. 

-Artık Sakarya’yı filmlerde daha çok görecek miyiz?

Şimdi şöyle söyleyeyim. Benim de baba tarafım Batum göçmenidir. Anne tarafım bir taraftan çerkeslik bir taraftan Geyve’nin manav soyu var. Herkesin bu şehre dışarıdan gelmiş olması bana göre şehre karşı bir aidiyet sorunu oluşturmuş. Buranın bir cereyanı var. O da insan çeşitliliği… Çok farklı kültürlerden insanlarla çok küçük yaşta beraber olup, iletişim halinde olma şansına sahip oluyorsun. Bu senin fark etmeden hamurunda bulduğun bir şey oluyor. İşte buradaki bu cereyanı Sakarya üzerinde keşfetmek önemli.. Burada insan yaşadıklarıyla, hissettikleriyle nasıl bir bağ kuruyor? Aslında odaklanılması gereken konu o. Gerçekten şehirle, şehrin hikâyesiyle bir bağ kurulması lazım. İnsan bu şehrin içerisinde yaşarken, kendi hikâyesine mekânlar şahitlik ediyor. Adapazarı’ndaki sokaklar benim için hem yaşam olarak kıymetli hem de sevdiğim insanların hepsi burada bulunduğu için kıymetli. İnsanın şehirle kurduğu bağ bunun için önemli. Buradan bir şey üretmek isteyen insanlarda bu bağı kuvvetlendirmek ve sık sık hatırlamak durumunda. Bu da bir içine dönme hali, şehrine karşı şehrinin insanına karşı bir sevgi, merhamet duyma hissiyle beraber yürüyor bu durum. Benim Adapazarı’na olan muhabbetim sevgim böyle içsel bir şey.

-Neden Ziya Osman Saba’nın ‘’Aynı’’ adlı şiirinin ilk dizesinden ilham alarak filme ismini verdiniz?

Senaryoyu yazdığım dönemde Ziya Osman Saba’nın şiirleriyle tanıştım. Saba 57’de vefat etmiş biri fakat ben hiç Ziya Osman Saba okumamıştım. İsmini duymuşluğum vardı şiir kitabını okuyunca çok yakın geldi bana… Onun hayatında ve şiirlerinde derviş hane ve hoş bir tavrı var. Yazdığım senaryodaki Ali karakteri ile Ziya Osman Saba’nın şiirleri arasında paralellik gördüm. Ali de filmde şiirle ilgilenen, şiir okuyan, yazan ama ortaya çıkarmayan bir karakter.. Ve en son bittikten sonra bir isim bulmam gerekiyordu onu da kitaptan bulmam gerektiğini hissettim. Bütün Saadetler Mümkündür ile hikâyenin hissini örtüştürdüm. Şiir filmin içerisinde bir his olarak da bir olay örgüsünde hadise olarak da var.

-Filmin senaryosunu yazma serüveniniz nasıldı? Senaryo yazım sürecinde inzivaya çekildiniz mi, yoksa günlük hayatınıza devam ederek mi yazmaya zaman ayırdınız?

Ben genelde gece daha rahat yazıyorum ama inziva şeklinde olmadı. Hayatım devam ederken yaklaşık 4-5 aylık bir süre içerisinde yazdım. Birinci yazımı bitirmiş oluyorsunuz. O sürekli tekrar tekrar çekim sürecine kadar revize ediliyor. Senaryo 2013 Ağustos’ta bitti. Sonrasında uzun bekleme süreçleri oldu. O bekleme süreçlerinden sonra arkadaşım yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun böyle genç yönetmenlerin senaryolarını okumak istediğinden bahsetti. Ben de senaryoyu ona verdim o da gönderdi. Birkaç ay sonra Semih hocadan olumlu bir geri dönüş oldu.  Senaryoyu beğendiğini söyledi, buluştuk, konuştuk. Ben hep senarist refleksiyle hareket ederken filmi çekme ihtimali ben de çok canlı değildi. Hani yazdık, koyduk çekmecede duruyordu. Bir günde çekme imkânımız olursa çekeriz gibi diyorduk. Çok canlı bir ihtimal değildi. Semih Kaplanoğlu bunu çekmem konusunda telkinde bulununca, filmi çekmek için adım atmak için de belli yollar var. Bunlardan bir tanesi Kültür Bakanlığına başvurmaktı. Ben de öyle yaptım. Kültür Bakanlığı’nın sinema destekleme formuna başvurdum. Uzun bir bekleme süreci oldu. Arkasından da TRT bir ev sineması kuşağı, TRT film projeleri kapsamında 33 tane filme destek verdiler. Birçoğu TV filmi olarak kurgulandı ama ben başından sonuna kadar filmi sinema filmi olarak tasarlamak istediğim için bunu beyan ettim.

-Filmin TRT’den değerlendirme süreci oldu mu?

Tabi, filmin de TRT’den geçme süreci oldu. Değerlendirme sürecinden sonra senaryoyu beğendiklerini ve proje kapsamına aldıklarını haber verdiler. Aynı zamanda paralel olarak da Kültür Bakanlığı’ndan da olumlu sonuç gelince filmi çekme imkânı ortaya çıktı. Ben TRT’ye ben sinema filmi olarak yapmak istiyorum deyince onlar da tasarlayabilirsin, vizyona çıkmanda bizim için mümkündür dediler. Ben de başvurdum, başvuru sonucum da olumlu sonuçlandı. Daha sonra bir yapım şirketi kurup kendimizi film çekme sürecinin içerisinde bulduk.

-Arif Erkin, Ruhi Sarı gibi değerli oyuncularla çalışmışsınız. Oyunculara teklifi siz mi götürdünüz yoksa TRT mi senaryoyu gönderdi?

TRT sadece projeye destek verdi. Zülfikar Kürüm diye ortak olduğumuz başka bir yapımcı arkadaşımla beraber süreci götürdük. Zaten daha sonra bir ekip kuruyorsunuz, o ekipte kast ekibi de oluyor. Bütün o ekibin oyuncu ihtimalleri değerlendiriliyor. Onların sundukları, benim aklıma gelenler gelmeyenlerle beraber çokça oyuncuyla görüştük. En son bu oyuncularda karar kıldık. Kast süreci filmin ön hazırlık sürecinde oluşan bir şey.

-Bu isimlerle çalışmak nasıl bir duyguydu?

Ben senaryoyu yazarken Mevlüt karakteri için aklımda hep Arif Erkin vardı. En uygun onun olacağını düşünüyordum çünkü o yaş yelpazesinde çok az iyi oyuncu var. ‘’Arif Erkin’in rolü kabul ettiği gün herhâlde benim en mutlu olduğum gündür. Mevlüt karakteri hikâyenin gidişatını ve karakterini belirleyen bir karakter. Bu çok önemliydi.

Ruhi Sarıyla hoş bir anımda var. Kültür Bakanlığı’nın mülakatında yuvarlak bir masada oturan 20-30 kişinin arasında ayakta hikâyenizi anlatıyorsunuz. Ruhi Sarı jürideydi.  Tabi insan stresli oluyor. Ruhi Sarı beni rahatlatmak için herhalde, kimleri oynatacaksın filmde dedi. Ben de espriyle belki sizleri oynatırım dedim. Öyle bir rahatlama da oldu mülakat anında .. Sonra bu detay unutuldu çünkü aradan çok uzun zaman geçti. Tekrardan bu rolü Ruhi Sarı oynayabilir mi diye sorduk, o da hikâyede hatırladı. Öyle çok hızlı bir şekilde oldu. Nilay Erdönmez’i daha önceki projelerinden bildiğim için oyunculuğunu çok beğeniyordum ve Gülce rolüne de uygun olduğunu düşündüm. O da senaryoyu kendine yakın bulunca Nilay Erdönmez de oldu. Son olarak Ali karakteri ile ilgili çok kişiyle görüştük ama en son Kemal Uçar senaryoyu okudu ve çok coşkulu şekilde geri dönüş oldu. Hikâyenin rolünü kavramak noktasında çok heyecanlıydı ve heyecanlar karşılıklı olunca ben de Kemal’in bu role oturacağını düşündüm. Sonunda hepimiz filme girdik.

-‘’Bütün Saadetler Mümkündür’’ filminizle En İyi Senaryo Ödülünü almışsınız. Festival süreci nasıldı? Ödül almak nasıl bir duyguydu?

Bütün Saadetler Mümkündür filmi 36’ıncı İstanbul Film Festivalinde ana yarışma kategorisine katıldı. Bu benim için önemliydi. İstanbul Film Festivali hem Türkiye’de hem de dünyada hatırı sayılır bir mecra olduğu için filmin o mecrada ilk defa ortaya çıkması kıymetliydi. Filmin ilk gösterimi 2017 Nisan ayında İstanbul Film Festivali kapsamında Atlas sinemasında yapıldı. Filmim galası gibi de olmuş oldu. Sonrasında festival sürecinin yurtdışı ayağında da Saraybosna film Festivaline katıldı. Orada da film özel gösterim olarak gösterildi ve arkasından da söyleşi oldu. Hollanda da oradaki Türklerin düzenlediği film festivaline katıldık. Arkasından da Trabzon film festivaline katıldık. İlk en iyi senaryo ödülünü orada aldık.  Daha sonra Boğaziçi film Festivaline katıldık orada da aynı ödülü yani en iyi senaryo ödülünü aldık.

-İki taraftan da aynı ödülü almak çok gurur verici olmalı. Bu ödülleri alınca ne düşündünüz?

Şimdi aynı ödülü iki taraftan da alınca sektör sanki ‘’ sen iyi senaryo yazıyorsun film çekme gibi bir mesaj mı veriyor’’ diye düşünmedim değil. Ama bu çok hoş bir şeydi. Jüri filme bakarak kıymet biçiyor. Oradaki değerli insanlardan ödülü almak da ayrıca kıymetliydi.

-Senaryo yazım sürecinde özel hayatınızda sıkıntı oldu mu? Ya da tam tersi destek aldınız mı?

O zamanlar evli değildim nişanlıydım. Esra’nın eşimin o süreçte çok büyük desteği oldu. Çünkü insan bir şeyin içine çokça girdiği zaman dışarıdan bakan göze ihtiyaç oluyor ve bunu beni tanıyan birinin öncelikle yapması gerekiyor. O bakımdan hep onunla istişare ettim. Aynı şekilde eşimin haricinde Ali’nin de desteği oldu. Hikâye onun hikâyesiydi zaten. Ali Kılıçarslan benim amcamın oğlu. O ve diğer arkadaşlarımın hepsinin destekleri oldu.

-‘’Bütün Saadetler Mümkündür’’ filminin hikâyesi nereye dayanıyor?

Biz amcamın oğlu Ali ile beraber Anadolu Lisesi’nde okuduk.  Bir gün liseden dönerken bizim mahalle sınırları içerisinde hemen oturduğumuz evin arka tarafında tek katlı bahçeli bir ev vardı, onun penceresinden bir amca bize el etti. Biz de yanına gittik. İsminin Mevlüt amca olduğunu öğrendik ve orada ihtiyaç halinde zor durumda olduğu belliydi ama ‘elbet bir bakanı, imkânı vardır’ diye düşündük çocuk aklıyla. Bir süre sonra o tanışıklık, git-geller çoğalınca böyle bir imkânı da olmadığını fark ettik. Gerçekten zor durumdaydı. O süreçte Ali’nin manevi arayış içerisinde olduğu bir dönemdi. Mevlüt amcayı nimet olarak gördü. Ona yakın olmayı, onun sorumluluğunu üstlenmeyi ve onun etrafında biz de arkadaş grubu olarak katıldık ama tek bir kişi üstlenir ya, tüm sorumluluğu alan kişi Aliydi. Mevlüt amca tek başınaydı. Yanında bir bakıcısı varmış, o kişinin de kaçması ya da ayrılmasıyla beraber yalnız kalmış. Çok da hoş olmayan bir hikâyeyle yalnız kalmış. Sonrasında Ali her gün ona yemek götürdü, sobasını yaktı, evdeki mutfaktaki bütün ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştı. Burada annesi Emine yengenin de katkısı var. Her gün o yemekleri o yapıyordu. Ali’nin böyle bir sorumluluğu üstlendiğini bütün aile de görünce destek oldu. Onun yanında bir olgunlaşma süreci yaşadı Ali. Mevlüt amcanın hastanede vefat ettiği gün, bizim Ali’yle beraber tarih sınavımız var. Ertesi gün tarih sınavı olduğu için bir hastane odasında ikimiz tek bir refakatçi koltuğuna oturup çalışıyoruz. Mevlüt amcanın hali ölüme doğru gidiyor. Biz o çocuk aklıyla hem anlıyoruz, hem anlamıyoruz. Bir taraftan tarih sınavı var ama bütün bunları görmek o küçük yaşta yaşamak muhakkak insana bir olgunluk getiriyor. Ali’nin hikâyesinde de böyle bir olgunlaşma süreci vardı. Yıllar sonra ben sektör içerisinde çalışırken tekrar Adapazarı’na dönmek istediğimde burada biz de iz bırakmış hikâyelere odaklanmak istedim. O süreçte bu olgunlaşma hikâyesini senaryolaştırmak istedim. Tabi biz geçmişteki bu hikâyeyi belli kurmaca unsurlarla zenginleştirmeye çalıştık. Hikâye olduğu gibi ekranlarda değil. 

Söyleşi: Berna Yılmaz

Editör: TE Bilişim